Naomi Wolf wrote the road to fascism in 10 easy steps. Let's see how they apply to Turkey.
#OccupyGezi
1. Invoke a terrifying internal and external enemy.
First it was called Ergenekon, an alleged clandestine organization plotting to overthrow the government. Today, it's the global interest rate lobby that want to create chaos in Turkey.
2. Create secret prisons where torture takes place.
Silivri Prison is a compound where Ergenekon suspects are held. For years, many journalists were kept in solitary confinement.
3. Develop a thug caste or paramilitary force not answerable to citizens.
The Turkish police force with their water cannons, gas bombs--even attacking children.
4. Set up an internal surveillance system.
A proposed law will enable Turkey's Intelligence Agency to collect data on citizens' everyday activities, including where they fly and what they buy. Already, many journalists are illegally wiretapped by the police.
5. Harass citizens' groups.
No NGO has any say in public policy.
6. Engage in arbitrary detention and release.
Even doctors are arrested for treating Gezi activists. Police raided and gassed a hotel which was an ad-hod infirmary treating the injured.
7. Target key individuals.
Lists of people's names, mostly journalists and celebrities , are circulating among government supporters are provocateurs of the Gezi uprising. The governor hints a possible probe against Twitter users. Already a group of people for detained in the city of İzmir because of their Twitter activities.
8. Control the press.
Turkish networks broadcast penguin documentaries while protests take place.
9. Treat all political dissidents to be traitors.
Traitor is the easiest libel in Turkey: involves anyone against the Erdogan government.
10. Suspend the rule of law.
The independence of the judiciary was abolished by the 2010 referendum, when the executive took total control of the judiciary appointments.
16 Haziran 2013 Pazar
17 Mayıs 2013 Cuma
19 Mayıs'tan bahsederken aslında bahsettiklerimiz
Bugün neredeyse iktidar partisinin gayrıresmi gençlik kolları olarak faaliyet gösteren, bu açıdan da ilk günlerdeki dinamizmini çoktan kaybeden Genç Siviller adlı grup sesini ilk kez 19 Mayıs kutlamalarına karşı bayrak açarak duyurmuştu. Bu çocuklara göre 19 Mayıs kutlamaları resmi ideolojinin baskısına kurban ediliyor, devletin asık suratlı kutlamalarının dışında bir çalışma yapılması gerekiyordu.
Bunu söyledikleri tarih 2003. Birikim dergisine abone olarak, Radikal okuyarak elde ettikleri sığ birikimle alternatif bir duruş sergileme, çıkış yapma dertleri.Türk aydınının iki temel probleminden biri tarihi kendileriyle başlatmak, diğeri de Türkiye'yi kendi mahallelerinden, çevrelerinden ibaret görmektir. Bu Genç Siviller'de de fazlasıyla hakimdi. Bilmiyorlardı ki 19 Mayıs, Genç Siviller el atmadan çok uzun yıllar önce zaten stadyumlardan çıkmıştı. Genç Siviller yaşamadıkları yılları Türkiye tarihinde yok sanıyorlar, ama hatırlayabilecekleri bir alternatif kutlama onlar bunu dillendirmeden çok önce zaten yapılmıştı...
Mesela benim hatırladığım bir 19 Mayıs kutlaması var, 1995 yılında.
Halkla ilişkilerci Sibel Asna'ya görev veren Beşiktaş Belediyesi o sene Ortaköy Meydanı'nı bir şenlik alanına dönüştürmüştü. Toplanan binlerce genç Bulutsuzluk Özlemi'nin şarkılarına eşlik etmişti. Üzerlerindeki 'bulutların' kalkmasını dileyerek.Geçen gün, bu konserle ilgili hafızamı tazelemek için Bulutsuzluk Özlemi'nden Nejat Yavaşoğulları'nı aradım. '19 Mayıs'ta bizim zamanımızda da isteyen stadyuma gider, isteyen stadyuma gitmezdi' dedi, 'Kızlarla buluşma bahanesi olurdu... Haydarpaşa Liseli erkekler Çamlıca Kız Lisesi'nden kızlarla görüşürdü bu vesileyle.' Yavaşoğulları da binlerce insanın katıldığı Ortaköy Meydanı'ndaki konseri çok net hatırlıyor; 'Sadece 19 Mayıs'ta değil, Cumhuriyet Bayramı'nda da, pek çok etkinlikte çaldık' diyor.
Kaldı ki, stadyumlardaki 19 Mayıs kutlamaları büyük şehirlerde yaşayanlar için çok anlamlı olmayabilir. Ama Anadolu'nun muhafazakar şehirlerinde pek çok genç bu stadyum kutlamaları sayesinde renkli kıyafetler giyebiliyor, kızlar erkeklerle birarada elele tutuşuyor, dans ediyor, bütün bir günü birlikte geçiriyor.
Bu kutlamaların küçük şehirlerdeki insanlar için ne kadar önemli olduğunu anlamamak mümkün mü? 19 Mayıs kapkaranlık ve muhafazakar küçük şehrin genci için bir ışık. Ne yazık ki sadece şık sloganlarla düşünen kafaları bunu bile okuyamıyor.
Üstelik onlar gençler adına hareket ettiğini söyleyen bir topluluk; hiçbir zaman nedenyola 19 Mayıs'a, gençlerin bayramına saldırarak çıktıklarını anlamadım. Herhalde burada el atılmamış, bakir, henüz sloganlaştırılmamış bir alan buldular ve üzerine kondular. Yeşil alana gökdelen diken yeni dönemin işadamı misali.
Türk Gençliğinin yıllarca üzerinde bulut oldu birileri... Gencecik insanlar birilerinin yönlendirmesiyle sokaklara döküldü, hayatlarını kaybetti, kafaları karıştırıldı, kullanıldılar, atıldılar... Herkes onları bir başka yöne çekmeye kalktı...Şimdi de Genç Siviller... Herhalde mutluluktan uçuyor olmalılar. Çünkü bu sene 19 Mayıs stadyumlardan çıktı. Bu sene tıpkı 29 Ekim gibi 19 Mayıs da bir bahaneyle iptal edildi. Pek çokları için pek bir şey ifade etmeyebilir bu tarihler. Şahsen ben de 29 Ekim'de Cumhuriyet damarı şahlanan, 19 Mayıs'ta stadyumlara koşan biri olmadım. Ama ben bu tarihlerin, bu simgelerin birileri için, bu ülkeyi önemseyen insanlar için önemli olduğunu biliyorum.
Türkiye'de çoktandır bir ideolojik koalisyon yaşanıyor. Sığ çocukların sırf marjinal olup aradan sıyrılma çabasıyla attıkları sloganlar, simgelerden nasıl kurtulacağını tam olarak çözemeyenlere ideolojik altyapı oluveriyor. Reyhanlı'daki katliam olmasaydı da 19 Mayıs bir şekilde iptal olurdu. Ve Genç Siviller gibi modern zaman ideologları süslü bir bahane bulurdu illaki. Yok stadyumlardan çıkmakmış vs.
Bu ideolojik işbiliğinin altında bir çıkar birlikteliği de var. Genç Siviller üyeleri iktidar partisine milletvekili olmak için yarışıyor, medyaya yerleştiriliyor, akil adam yapılıyor. Sonuçta ideoloji falan da yok ortada. Sadece çıkar var. Bu kadar da kirliler işte. Ve de kendileri gibi olmayan herkese düşmanlar. 19 Mayıs'ta stadyumlardaki gençlik onların nefret ettiği her şeyi temsil ediyor çünkü: İdealler, hayaller, gençlik, hesapsızlık, çıkarsızlık, birliktelik, dayanışma, dostluk, kardeşlik.
(Birkaç sene önce yazdığım bir yazıyı güncelledim)
13 Şubat 2013 Çarşamba
Cüneyt Özdemir için bir dipnot
Mehmet Ali Birand'ın ardından bu sayfada yer alan yazının ana teması bugünkü ekranın 32.Gün okuluna sahip çıkmadığı, hatta bu okulun mezunlarının teker teker ekrandan alındıklarıydı. Sebebi de çok basit: 32.Gün iyi gazeteciler yetiştirdi, ama bugünkü medyada çıta o kadar aşağılara çekildi ki iyi gazetecilere yer yok. Bu kadar.
Bu yazıya gelen itirazdan biri neden Cüneyt Özdemir'den hiç bahsetmediğimdi. Bir: Hala ekrandaydı. İki: Yakın arkadaşlarım hakkında mümkün oldukça olumlu-olumsuz herhangi bir şey yazmaktan kaçınırım.
Bugün iki istisna da bozuldu. Üst yönetiminde eski bir polisin ve eski bir muhasebecinin olduğu (evet bunlar haber kanalı yönetiyor Türkiye'de) CNN Türk yönetimi kanalın kurulduğu gün yayına başlayan "beşNbirK" programının yayın gününü azalttı. "Medya Mahallesi"nde olduğu gibi doğrudan kaldıramıyorlar çünkü hala kanalın en çok izlenen programı ve gündem belirliyor. Ama tırpanlıyorlar çünkü Cüneyt Özdemir'in cezalandırılması gerekiyor: İyi gazetecilik yapmak için çalışıyor, üstelik bunu da coğrafya sınırlarına aldırmadan yapıyor.
Bu gelişmeyle beraber Mehmet Ali Birand'ın kurduğu kanalda, Mehmet Ali Birand'ın en başarılı öğrencilerinden biri daha cezalandırıldı ve Birand'ın mirası ekranda bir darbe daha aldı. Ne tesadüf ki bugünlerde bir süre 32.Gün'ün yapımcılığını yapan Ceyda Karan da Habertürk TV'deki işinden oldu. Birand'ın arkasından sahte gözyaşları dökenlere duyurulur.
Cüneyt Özdemir hakkında uzun uzadıya yorum yapmaya gerek yok. Kendisini kanıtlamaya, hele hele CNN Türk'ün şimdiki yönetimine kanıtlamaya hiç mi hiç ihtiyacı yok. Canım çok sıkkın. Türk medyası biraz daha toparlanır, belki düzelir derken giderek daha da çirkinleşiyor. Sanırım tamamen dibe vurmadan, iyice batmadan da bir daha toparlanmayacak.
28 Ocak 2013 Pazartesi
Mehmet Ali Birand gerçekten bir miras bıraktı mı?
Anne ve babasını kaybetmiş birinin, bir başkasının, özellikle de kan bağı bulunmayan bir başkasının ölümünden neredeyse anne ve babasının ölümü kadar sarsılabileceğini hayal edemezdim. Mehmet Ali Birand'ın ölümünden beri bunu düşünüyorum. Durup durup aklıma geliyor. Olur olmadık anılar gözümde canlanıyor. Bazen sesi yankılanıyor.
1996'da hayatıma girdi Birand. Bazen uzak, bazen yakın olsak da sürekli temas halinde olmuşuz. İnişlerle, çıkışlarla, yer yer kızgınlıklar, yer yer kırılmalarla dolu bir ilişki olmuş bizimkisi. "Bak oğlum" diye başlayan uyarı telefonları. "Yaşaaa" diyen övgüleri...
En son birkaç hafta önce yazışmıştık ve bana Apo'nun bir gün hapisten çıkıp Meclis'e girebilme ihtimaliyle ne demek istediğini anlatmıştı. Yabancı basın için hazırladığım bir haber için... Yazıyı yayımlanınca ona yollarım, diye aklımdan geçiriyordum. Yabancı basında alıntılanmaya, kendisinden bahsedilmesine son derece alışıktı ama benim derdim başkaydı: Hala, mesleğe yanında başladıktan 17 sene sonra bile, onun onayının peşindeydim. Ne düşüneceğini, ne diyeceğini merak ediyordum. Kısmet değilmiş.
Onu kaybettiğimizden beri Birand'ın gazeteciliği hakkında kalem oynatmayan kalmadı herhalde. Bir gazetecinin, bunca sene bedel ödeyerek, bütün Türkiye'yi cenazesinde birleştirmesi elbette göze çarptı. Bu etkiyi bir başka gazeteci yaptırır mı, bilmiyorum. Nasıl oldu da Birand sağdan soldan bu kadar kişiyi, birbirinden nefret edenleri bile, biraraya toplayabildi. Bence bu durup üzerinde düşünülesi bir nokta. Bunun sırrının doğru bildiğinden ne pahasına olursa olsun vazgeçmemek olduğunu düşünüyorum. Bunu Birand'dan öğrendim ben.
Daha lisede, onunla tanışmazken, zorunlu Milli Güvenlik dersinde okula silahla gelen bir askerle Birand yüzünden kavga ettiğimi hatırlıyorum. 90'lı yıllarda Kürt demek infial yaratmaya yeterdi, Birand da rüzgara karşı yürümekte inat etmiş bütün müesses nizamın hedefi olmuştu. Başta da askerlerin. Onu, Deniz Arman'ı ve kameraman Halim Abanoz'u yaptıkları bir haber yüzünden hakim karşısında gördüğümde hayran olmuştum. Olmak istediğim, yetişmek istediğim yer 32.Gün'dü ve bunun peşinde koştum, bunu başardım. O gün o mahkeme görüntüsünden başka bir ders çıkartmalıydım belki de: İyi gazetecilik Türkiye'de bedel ödemektir. Artık çok geç; bu saatten sonra şarkıcı da olamam...
Birand'ın yetiştirdiği isimlerden bahsediliyor. 32.Gün'e ilk geldiğimde web sitesini tasarlarken programa zamanla katkıda bulunmuş efsane isimleri bir bölümde toplama fikri çıkmıştı; isim ararken ben "32.Gün'den Geçenler" gibi kulağa yapay gelen bir başlık bulmuştum ve öyle kaldı. 32.Gün'den geçenler... 90'lar ortasının ilkel şartlarında kötü bir web sayfasında Ali Kırca'dan başlayarak programa katkıda bulunanları sırayla listelemiştik. Star'lardan kameramana kadar.
Yakın zamana kadar Türk televizyonculuğunun lokomotifi -- en azından haber kanallarında -- yolu 32.Gün'den geçenlerdi. Bu program, 28 Şubat'tan sonra format değiştirene kadar haber dosyalarıyla tam da "60 Minutes" gibi ekranda iyi gazeteciliğe yer açtı, starlar yetiştirdi ve orada yetişenler daha sonra başka yerlere gittiler, kurumların başına geçtiler.
Peki neden yolu 32.Gün'den geçenler derken geçmiş zamandan bahsediyorum?
Çünkü bu okulun en iyi ürünleri bugün ekranda yok. Kötü gazeteci olduklarından, ekrana yakışmadıklarından, bu işi bilmedikleri için mi? Hayır, asla değil. Aksine hala Türk televizyonculuğunun en deneyimli ekibi. Bir yayını hazırlıksız teslim etseniz saatlerce canlı götürebilecek ustalıkta ve tecrübedeler ama ekran onlara kapalı.
Geçenlerde 32.Gün'ün kurucularından Ali Kırca'nın yarattığı bir başka marka, Siyaset Meydanı, bu okulun öğrencilerini toplamış. Can Dündar, Serdar Akinan, Çiğdem Anad, Mithat Bereket, Coşkun Aral... Birand öldüğü gün Kanal D ekranlarında epey zamandır görmediğimiz Deniz Arman çıkmıştı. Hepsi hala ekrana yakışıyorlar, ama ekranda yoklar.
Birand acaba kötü gazeteciler mi yetiştirdi dersiniz? Kendimi de katarak sorabilirim: Biz mi bir yerlerde hata yaptık da bugün bize Türkiye sınırlarında gazetecilik yaptırılmıyor?
Hayır, aksine Birand iyi gazeteciler yetiştirdi. Kendisi gibi doğru bildiğini okumakta ısrar eden gazeteciler yetiştirdi ve yetiştirdiği gazeteciler de tıpkı onun gibi gazeteciliğin bedel ödemek anlamına geldiğini öğrendiler. Medya patronları, siyasetçiler, 'çalışan' gazeteciler Birand'ı ve mirasını övüp duruyor ama hiç kimse bu soruyu sormuyor: Bu miras ne oldu, neden sahip çıkılmıyor, neden bir köşede bekletiliyor? Can Dündar'ın ekrana çıkartılmamasının hesabını kim verecek?
Ne yazık ki Birand aramızdan ayrılırken geride çok kötü, çok çarpık bir medya düzeni kaldı. Ekranda olmak, gazetecilik yapmak türlü tavizler vermekle eş anlamlı hale geldi. Bu düzenden, bu düzenin bekçilerinden kendisinin de rahatsız olduğunu biliyorum. Biliyorum, çünkü Birand'ı iyi tanıyorum. Birkaç sene önce bir iş görüşmesine gittiğimde "Kanalı kapattırma, o kadar" demişti. Konuşacak başka hiçbir denge, kriter, ayak oyunu, dedikodu yoktu. İş para konuşmaya gelince bir-iki dakika içinde halletmiştik. "Seninle benim anlaşmamamız gibi bir şey söz konusu olamaz zaten" demişti. Birand bu kadar basit bakardı olaylara: Kiminle çalışacağını bilir, ona güvenir, onu iyi tanırdı. Başka yöneticilerden de farkı bu profesyonelliğidir: Bugünün amatörleri insanları işe alırken yeteneklerine göre değil, başka ölçütlere göre değerlendiriyorlar.
Bugün ekranda olmayan ve yolu 32.Gün'den geçen isimlere bakar mısınız: Serdar Akinan elinde küçük çantasıyla hem Türkiye'de, hem dünyada bir haftada sıfırdan kanal kuran adam olarak ün yaptı. Can Dündar yakın zamana kadar çalıştığı ve sonra hoyratça ekrandan alındığı kanalında "Ana haberi sadece Can Dündar için izleseniz bile" diye tanıtıldı. "Birand'ın paltosundan çıktım" diyen Soner Yalçın sudan sebeplerde iki yıl hapis yattı, kirli medya tarafından infaz edildi. Çiğdem, Mithat, Coşkun Aral bir gün olsun haberciliklerine leke sürdürmediler. Merkez medya bugün bu isimlere yer vermiyor; Mithat Bereket sağlık nedenlerinden, Coşkun Aral da bu çirkin düzenden kendi isteğiyle kıyılara çekilip belgesellere yoğunlaştığından dolayı. Ama sonuçta televizyonculuğun en profesyonel isimleri ambargolu.
Bir yandan Birand'a sahip çıkılıyor, bir yandan da onun arkasında durduğu gazetecilere veto uygulanıyor. Bu iki yüzlülük değil mi?
Siyaset Meydanı'nı izlerken bunları düşündüm. Bu isimlerin neden ekranda olmadıklarını... Bir yandan da kendime kızdım. Zamanında bazılarını hoyratça, bazen de haksızca eleştirmiştim. Ne gereği varmış, diyorum şimdi. Ben komplekssizce günah çıkartmayı da Birand'dan öğrendim. Aslında niyetim çıtayı daha da yukarıya, evrensel ölçülere çekmekti. Halbuki onlarla uğraşmanın ne gereği varmış, meğer ben onlarla uğraşırken başka tarafta neler oluyormuş, kimler ekranı ele geçiriyormuş ve hepimizi bir canavar gibi yutmaya çalışıyormuş da farkında değilmişim. O zaman da, yani birkaç sene öncesinde de, tıpkı şimdi olduğu gibi algım asgari bir gazetecilik kıdemine sahip olmayanları kabul etmiyordu. Bugün ekran o kadar kirli, öylesine vasatlara teslim ki ister istemez benim bu isimlere yaptığım eleştiriler de kendi kendini geçersiz kılıyor. Yaptığım eleştirileri haksız bulduğum gibi keşke Can, Mithat, Çiğdem, Serdar ekranda olsaydı diyorum. Hepsini mumla arıyorum. Çünkü hepsi gazeteci.
Onların yerine bugün ekranda neler var peki?
Eski bir polis, muhasebe servisinde, yani medya kurumlarının medyayla en alakasız bölümünde, beraber çalıştığı biriyle haber kanalı yöneticiliği oynuyor. Saçını uzatınca marjinal, saçını kısaltınca müdür olduğunu düşünen bir çocukla. Başbakan'dan habire Beyefendi diye söz eden bir gazeteci o kanalda, Birand'ın kurduğu kanalda, ekrana çıkıp "Şehit cenazesi haberlerini vermeyin, yaşını başını almış anchormanlere söylüyorum" diye akıl öğretiyor. Yıllarca Birand'ın birlikle çalıştığı Ayşenur Arslan'ın kuyusu kazılıyor. "Ankara'dan duydum, çok rahatsızlar" diye ekrandan alınmaya çalışılıyor. Ankara'dan falan duymadı tabii ki, yalan.
Özetlemek gerekirse gazeteciler ekrandan gidince, meydan non-gazetecilere kaldı. Birand'ın ayağı kaydırmak için yapmadığı kalmayanlar bugün onun koltuğunda arkasından sahte gözyaşları döküyor.
Birand gibi simge isimler hayata veda edince bu sadece bir insanın bu dünyadan ayrıldığı anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu ölümler geri dönülemez hasarlara neden oluyor, etkisi çok daha uzun sürede hissediliyor. Ufuk Güldemir öldükten sonra bunu görmüştük. Medya bugün Güldemir'siz daha renksiz, daha korkak, daha sinmiş. Birand'ın ardından da bunu göreceğiz: Can cekişen gazeteciliğin, günahı sevabıyla, bir damarı daha eksildi. Bu düzen yerine yenilerinin gelmesini de engelliyor, bayrağı devralacak, aynı yaratıcılığı, kompleksizliği, özgürlüğü medyada yaşatacakların önünü kesiveriyor işte.
Hepimizin başı sağolsun.
1996'da hayatıma girdi Birand. Bazen uzak, bazen yakın olsak da sürekli temas halinde olmuşuz. İnişlerle, çıkışlarla, yer yer kızgınlıklar, yer yer kırılmalarla dolu bir ilişki olmuş bizimkisi. "Bak oğlum" diye başlayan uyarı telefonları. "Yaşaaa" diyen övgüleri...
En son birkaç hafta önce yazışmıştık ve bana Apo'nun bir gün hapisten çıkıp Meclis'e girebilme ihtimaliyle ne demek istediğini anlatmıştı. Yabancı basın için hazırladığım bir haber için... Yazıyı yayımlanınca ona yollarım, diye aklımdan geçiriyordum. Yabancı basında alıntılanmaya, kendisinden bahsedilmesine son derece alışıktı ama benim derdim başkaydı: Hala, mesleğe yanında başladıktan 17 sene sonra bile, onun onayının peşindeydim. Ne düşüneceğini, ne diyeceğini merak ediyordum. Kısmet değilmiş.
Onu kaybettiğimizden beri Birand'ın gazeteciliği hakkında kalem oynatmayan kalmadı herhalde. Bir gazetecinin, bunca sene bedel ödeyerek, bütün Türkiye'yi cenazesinde birleştirmesi elbette göze çarptı. Bu etkiyi bir başka gazeteci yaptırır mı, bilmiyorum. Nasıl oldu da Birand sağdan soldan bu kadar kişiyi, birbirinden nefret edenleri bile, biraraya toplayabildi. Bence bu durup üzerinde düşünülesi bir nokta. Bunun sırrının doğru bildiğinden ne pahasına olursa olsun vazgeçmemek olduğunu düşünüyorum. Bunu Birand'dan öğrendim ben.
Daha lisede, onunla tanışmazken, zorunlu Milli Güvenlik dersinde okula silahla gelen bir askerle Birand yüzünden kavga ettiğimi hatırlıyorum. 90'lı yıllarda Kürt demek infial yaratmaya yeterdi, Birand da rüzgara karşı yürümekte inat etmiş bütün müesses nizamın hedefi olmuştu. Başta da askerlerin. Onu, Deniz Arman'ı ve kameraman Halim Abanoz'u yaptıkları bir haber yüzünden hakim karşısında gördüğümde hayran olmuştum. Olmak istediğim, yetişmek istediğim yer 32.Gün'dü ve bunun peşinde koştum, bunu başardım. O gün o mahkeme görüntüsünden başka bir ders çıkartmalıydım belki de: İyi gazetecilik Türkiye'de bedel ödemektir. Artık çok geç; bu saatten sonra şarkıcı da olamam...
Birand'ın yetiştirdiği isimlerden bahsediliyor. 32.Gün'e ilk geldiğimde web sitesini tasarlarken programa zamanla katkıda bulunmuş efsane isimleri bir bölümde toplama fikri çıkmıştı; isim ararken ben "32.Gün'den Geçenler" gibi kulağa yapay gelen bir başlık bulmuştum ve öyle kaldı. 32.Gün'den geçenler... 90'lar ortasının ilkel şartlarında kötü bir web sayfasında Ali Kırca'dan başlayarak programa katkıda bulunanları sırayla listelemiştik. Star'lardan kameramana kadar.
Yakın zamana kadar Türk televizyonculuğunun lokomotifi -- en azından haber kanallarında -- yolu 32.Gün'den geçenlerdi. Bu program, 28 Şubat'tan sonra format değiştirene kadar haber dosyalarıyla tam da "60 Minutes" gibi ekranda iyi gazeteciliğe yer açtı, starlar yetiştirdi ve orada yetişenler daha sonra başka yerlere gittiler, kurumların başına geçtiler.
Peki neden yolu 32.Gün'den geçenler derken geçmiş zamandan bahsediyorum?
Çünkü bu okulun en iyi ürünleri bugün ekranda yok. Kötü gazeteci olduklarından, ekrana yakışmadıklarından, bu işi bilmedikleri için mi? Hayır, asla değil. Aksine hala Türk televizyonculuğunun en deneyimli ekibi. Bir yayını hazırlıksız teslim etseniz saatlerce canlı götürebilecek ustalıkta ve tecrübedeler ama ekran onlara kapalı.
Geçenlerde 32.Gün'ün kurucularından Ali Kırca'nın yarattığı bir başka marka, Siyaset Meydanı, bu okulun öğrencilerini toplamış. Can Dündar, Serdar Akinan, Çiğdem Anad, Mithat Bereket, Coşkun Aral... Birand öldüğü gün Kanal D ekranlarında epey zamandır görmediğimiz Deniz Arman çıkmıştı. Hepsi hala ekrana yakışıyorlar, ama ekranda yoklar.
Birand acaba kötü gazeteciler mi yetiştirdi dersiniz? Kendimi de katarak sorabilirim: Biz mi bir yerlerde hata yaptık da bugün bize Türkiye sınırlarında gazetecilik yaptırılmıyor?
Hayır, aksine Birand iyi gazeteciler yetiştirdi. Kendisi gibi doğru bildiğini okumakta ısrar eden gazeteciler yetiştirdi ve yetiştirdiği gazeteciler de tıpkı onun gibi gazeteciliğin bedel ödemek anlamına geldiğini öğrendiler. Medya patronları, siyasetçiler, 'çalışan' gazeteciler Birand'ı ve mirasını övüp duruyor ama hiç kimse bu soruyu sormuyor: Bu miras ne oldu, neden sahip çıkılmıyor, neden bir köşede bekletiliyor? Can Dündar'ın ekrana çıkartılmamasının hesabını kim verecek?
Ne yazık ki Birand aramızdan ayrılırken geride çok kötü, çok çarpık bir medya düzeni kaldı. Ekranda olmak, gazetecilik yapmak türlü tavizler vermekle eş anlamlı hale geldi. Bu düzenden, bu düzenin bekçilerinden kendisinin de rahatsız olduğunu biliyorum. Biliyorum, çünkü Birand'ı iyi tanıyorum. Birkaç sene önce bir iş görüşmesine gittiğimde "Kanalı kapattırma, o kadar" demişti. Konuşacak başka hiçbir denge, kriter, ayak oyunu, dedikodu yoktu. İş para konuşmaya gelince bir-iki dakika içinde halletmiştik. "Seninle benim anlaşmamamız gibi bir şey söz konusu olamaz zaten" demişti. Birand bu kadar basit bakardı olaylara: Kiminle çalışacağını bilir, ona güvenir, onu iyi tanırdı. Başka yöneticilerden de farkı bu profesyonelliğidir: Bugünün amatörleri insanları işe alırken yeteneklerine göre değil, başka ölçütlere göre değerlendiriyorlar.
Bugün ekranda olmayan ve yolu 32.Gün'den geçen isimlere bakar mısınız: Serdar Akinan elinde küçük çantasıyla hem Türkiye'de, hem dünyada bir haftada sıfırdan kanal kuran adam olarak ün yaptı. Can Dündar yakın zamana kadar çalıştığı ve sonra hoyratça ekrandan alındığı kanalında "Ana haberi sadece Can Dündar için izleseniz bile" diye tanıtıldı. "Birand'ın paltosundan çıktım" diyen Soner Yalçın sudan sebeplerde iki yıl hapis yattı, kirli medya tarafından infaz edildi. Çiğdem, Mithat, Coşkun Aral bir gün olsun haberciliklerine leke sürdürmediler. Merkez medya bugün bu isimlere yer vermiyor; Mithat Bereket sağlık nedenlerinden, Coşkun Aral da bu çirkin düzenden kendi isteğiyle kıyılara çekilip belgesellere yoğunlaştığından dolayı. Ama sonuçta televizyonculuğun en profesyonel isimleri ambargolu.
Bir yandan Birand'a sahip çıkılıyor, bir yandan da onun arkasında durduğu gazetecilere veto uygulanıyor. Bu iki yüzlülük değil mi?
Siyaset Meydanı'nı izlerken bunları düşündüm. Bu isimlerin neden ekranda olmadıklarını... Bir yandan da kendime kızdım. Zamanında bazılarını hoyratça, bazen de haksızca eleştirmiştim. Ne gereği varmış, diyorum şimdi. Ben komplekssizce günah çıkartmayı da Birand'dan öğrendim. Aslında niyetim çıtayı daha da yukarıya, evrensel ölçülere çekmekti. Halbuki onlarla uğraşmanın ne gereği varmış, meğer ben onlarla uğraşırken başka tarafta neler oluyormuş, kimler ekranı ele geçiriyormuş ve hepimizi bir canavar gibi yutmaya çalışıyormuş da farkında değilmişim. O zaman da, yani birkaç sene öncesinde de, tıpkı şimdi olduğu gibi algım asgari bir gazetecilik kıdemine sahip olmayanları kabul etmiyordu. Bugün ekran o kadar kirli, öylesine vasatlara teslim ki ister istemez benim bu isimlere yaptığım eleştiriler de kendi kendini geçersiz kılıyor. Yaptığım eleştirileri haksız bulduğum gibi keşke Can, Mithat, Çiğdem, Serdar ekranda olsaydı diyorum. Hepsini mumla arıyorum. Çünkü hepsi gazeteci.
Onların yerine bugün ekranda neler var peki?
Eski bir polis, muhasebe servisinde, yani medya kurumlarının medyayla en alakasız bölümünde, beraber çalıştığı biriyle haber kanalı yöneticiliği oynuyor. Saçını uzatınca marjinal, saçını kısaltınca müdür olduğunu düşünen bir çocukla. Başbakan'dan habire Beyefendi diye söz eden bir gazeteci o kanalda, Birand'ın kurduğu kanalda, ekrana çıkıp "Şehit cenazesi haberlerini vermeyin, yaşını başını almış anchormanlere söylüyorum" diye akıl öğretiyor. Yıllarca Birand'ın birlikle çalıştığı Ayşenur Arslan'ın kuyusu kazılıyor. "Ankara'dan duydum, çok rahatsızlar" diye ekrandan alınmaya çalışılıyor. Ankara'dan falan duymadı tabii ki, yalan.
Özetlemek gerekirse gazeteciler ekrandan gidince, meydan non-gazetecilere kaldı. Birand'ın ayağı kaydırmak için yapmadığı kalmayanlar bugün onun koltuğunda arkasından sahte gözyaşları döküyor.
Birand gibi simge isimler hayata veda edince bu sadece bir insanın bu dünyadan ayrıldığı anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu ölümler geri dönülemez hasarlara neden oluyor, etkisi çok daha uzun sürede hissediliyor. Ufuk Güldemir öldükten sonra bunu görmüştük. Medya bugün Güldemir'siz daha renksiz, daha korkak, daha sinmiş. Birand'ın ardından da bunu göreceğiz: Can cekişen gazeteciliğin, günahı sevabıyla, bir damarı daha eksildi. Bu düzen yerine yenilerinin gelmesini de engelliyor, bayrağı devralacak, aynı yaratıcılığı, kompleksizliği, özgürlüğü medyada yaşatacakların önünü kesiveriyor işte.
Hepimizin başı sağolsun.
1 Ekim 2012 Pazartesi
The Greek Goddess of Aggregation
I interviewed Arianna Huffington for Campaign Turkey's October issue. Here's the original transcript in English.
How involved are you in Huffington Post's daily routine? Are you active at the editor's desk, newsmaking, aggregating or are you more involved in the company side?
I'm completely involved in HuffPost's day-to-day editorial decisions. It's probably my favorite part of the job. I'm in constant contact with our editors, not only discussing the news of the day but how we can stay on the stories that matter most after others in the media have moved on.
Is it fair to state that Huffington Post filled a great void during the Bush years but continued to grow in the last four years as well?
We don't determine our coverage or measure our growth by who's in office. Our approach at HuffPost is "beyond left and right." There is nothing left-wing or right-wing about caring for the millions of Americans who are unemployed, or the multiple crises affecting people around the world. That said, we have definitely continued to grow in the last four years. We now have more than 70 verticals, and the Huffington Post Media Group has nearly 800 employees worldwide -- including reporters, editors, and members of our tech, sales and marketing teams. In terms of engagement, it took us 6 years to reach 100 million comments. But just six months later, we'd reached 150 million comments.
What was Huffington Post's mission in the Bush years, and how has it changed since then?
Arianna Huffington, the founder and owner of Huffington Post. |
Our mission is the same now as it was then: to take the sort of conversations found at water coolers and around dinner tables -- about politics and art and books and food and sex -- and open them up and bring them online. And there's certainly been no shortage of conversation-worthy news and cultural events since Bush left office.
HuffPost was considered to be a voice of dissent during Bush era but it is still, if not even hugely, relevant today. Is there a secret formula to sustainability?
Part of going beyond left and right means that, as a news organization, we bring the same scrutiny to our elected officials and institutions, no matter what party is in power. In my own writing, I've been quite critical of President Obama. So we don't think of it as being the voice of dissent from any one party or ideology. We think of ourselves as a voice in favor of accountability, whoever is in office.
Part of going beyond left and right means that, as a news organization, we bring the same scrutiny to our elected officials and institutions, no matter what party is in power. In my own writing, I've been quite critical of President Obama. So we don't think of it as being the voice of dissent from any one party or ideology. We think of ourselves as a voice in favor of accountability, whoever is in office.
Do you predict the death of newspapers, if so when will they complete their mission?
I've always believed that as long as we live there will be print newspapers. But at HuffPost we look forward to a hybrid future, with traditional outlets adopting the tools of digital journalists --including speed, transparency and engagement-- and new media adopting the best practices of traditional journalism, including fact-checking, fairness, and accuracy. So the division between "old media" and "new media" is increasingly meaningless. And the mission of newspapers will never be complete, it's just that the ways in which that mission is fulfilled will always be changing.
Well, we have enough sections that we allow people to dig in to virtually any passion they have. But we do it in our own way. At HuffPost, we try to infuse everything we do with an element of anticipation, surprise, and playfulness -- especially in our headlines and splashes. When you visit our site, you have a sense of occasion -- the feeling that we are putting on a show for you. And we're not afraid to have fun while doing it. That's allowed us to make our audience both bigger and more engaged.
Why did you choose Anne Sinclair to head your operations in France? Was her already existing celebrity status a factor?
I was always impressed by Anne Sinclair’s gifts as a journalist, her dedication, the pursuit of excellence she brought to every task, and her passion for ideas. And I love the fact that she embraced digital journalism and was even blogging herself before she became our editorial director.
How do you choose who works for Huffington Post? What are the criteria? For domestic and international.
Like anyone, we try to hire the best people we can. We look for passion, a willingness to connect, a sense of fun, and a hunger to be on the front lines of the hybrid journalistic future I mentioned above.
Internationally, we partner with established media companies: for example, Le Monde in France, Gruppo Espresso in Italy, and El País in Spain. We find their unmatched local expertise, together with HuffPost's powerful platform, is key to telling the stories that need to be told -- and just as important, helping people tell those stories themselves.
Will HuffPo's expansion continue?
Yes. In the next 7 years, my dream is to launch editions in each of the 10 major languages that cover more than 2/3 of the world.
Yes. In the next 7 years, my dream is to launch editions in each of the 10 major languages that cover more than 2/3 of the world.
What will Huff Po branding offer readers in other countries that they don't already have?
We live in a golden age of engagement, and our goal at HuffPost is to help readers tap into the best that our age has to offer. We do that with our original reporting, our blog platform, and aggregation. I always say that even if I had an unlimited budget to produce unlimited original content, I would still aggregate, because there is great content being produced out there, and our goal is to allow our readers to access the best content in the world. And we do it in our own particular way, with a sense of passion and fun.
We live in a golden age of engagement, and our goal at HuffPost is to help readers tap into the best that our age has to offer. We do that with our original reporting, our blog platform, and aggregation. I always say that even if I had an unlimited budget to produce unlimited original content, I would still aggregate, because there is great content being produced out there, and our goal is to allow our readers to access the best content in the world. And we do it in our own particular way, with a sense of passion and fun.
Is it still hard for web sites to survive merely on advertising or a financial investor is still necessary?
Our advertising strategy is not just based on CPM, but sponsorships. We've launched sponsored sections on Global Motherhood (Johnson & Johnson) and Good News (Capella University).
How is the merger with AOL going so far?
For HuffPost, the merger has been like stepping off of an already fast-moving train and onto a supersonic jet. We're still traveling toward the same destination, with the same people at the wheel, and with the same goals, but we're now getting there much, much faster.
Our advertising strategy is not just based on CPM, but sponsorships. We've launched sponsored sections on Global Motherhood (Johnson & Johnson) and Good News (Capella University).
How is the merger with AOL going so far?
For HuffPost, the merger has been like stepping off of an already fast-moving train and onto a supersonic jet. We're still traveling toward the same destination, with the same people at the wheel, and with the same goals, but we're now getting there much, much faster.
There were objections at first about the merger in certain circles, arguing that an affiliation with a big company would take away from Huff Po's independence. Do you think time has proved them wrong or are there more concern you need to consider while running the portal now?
I think our coverage proves that any worries about HuffPost losing its independence were unfounded. More than a year after the merger, we're still holding our leaders accountable, putting the spotlight on the stories that need telling, and using all the tools are our disposal to get beyond the tired prism of left vs. right. In fact, we haven't changed what we're doing, we're just doing more of it.
Do you have any predictions for November 2012?
I think it's crucial that if President Obama is re-elected, he lives up to the high standards he set for himself in the 2008 campaign and in this campaign as well. It's not enough to simply beat Mitt Romney. America has big problems and it's going to require more of a willingness to fight for the solutions -- and take that fight to the public and enlist their support, as well -- if we're going to solve them.
You emphasize the importance of sleep a lot. Don't you think sleep is a waste of time?
You emphasize the importance of sleep a lot. Don't you think sleep is a waste of time?
No! Just the opposite. The sure-fire way to waste time is skimp on sleep. Sleep is connected to so many aspects of our lives: our health, our work, our memories, our creativity. And the US, and many other countries around the world, is suffering from sleep-deprivation, and we are paying a terrible price. The prevailing culture tells us that nothing succeeds like excess, and that working 70 hours a week is better than working 60. In order to tap into our own wisdom and our own big ideas, maybe all we need is to close our eyes.
I know you are a Blackberry user, are you addicted to mobile devices?
I know you are a Blackberry user, are you addicted to mobile devices?
I carry four BlackBerrys. Yes, four! It's one of the reasons I took up the Sleep Challenge in 2010 -- and continue to this day -- agreeing to charge my BlackBerrys in a different room when I went to bed, lest I be tempted to check them should I wake up in the middle of the night. So, yes, I am addicted, and instead of quitting cold turkey I'm excited about the number of technological solutions that are appearing on the horizon to help us curb our addiction to technology.
Labels:
aggregation,
Anne Sinclair,
Arianna Huffington,
Barack Obama,
Blackberry,
Bush,
Campaign,
Campaign Turkey,
David Carr,
El Pais,
Espresso,
George W. Bush,
Huffington Post,
Le Monde,
media,
New York Times,
Obama,
Turkey
21 Temmuz 2012 Cumartesi
Bizim büyük çaresizliğimiz
Kızımızı ailesi en iyi okullarda okuttu, Londra'da moda tasarımı öğrendi, dünyanın çeşitli kentlerinde defileler yaptı. En son New York'ta takılıyordu galiba. Annesi Türkçeye çok önem verdiği için çocuklarının diksiyonlarına da azami ilgiyi göstermiş. Küçük hanımın hafiften TRT spikeri gibi konuşmasının nedeni bu. Gururumuzu kabartan, eski Türkiye Cumhuriyeti'nde olsa televizyona çıkartılıp 'İşte çağdaş Türk kızı' diye sunulacak türden biri. İzmirli teyzelerin gözleri yaşarır, oğullarına gelin almak isterler.
Ama bir kusuru var bu: Yahudiler'den nefret ediyor. Evet evet, yanlış duymadınız. Moda-Bağdat Caddesi hattında büyüyen bu genç kız, ait olmak istediği bohem çevreye mensup arkadaşlarının arasındaki bir ev partisinde bu düşüncelerini bir anda kusuverdi işte. Belki kafalar iyiydi, o an üzerinde durulmadı. Ortamda Yahudi de yoktu, belki bundan cesaret aldı. Ama zaten suyu ısınmıştı, bileti kesildi. Türk bohem gençlerinin hepsi akılsız izansız değil işte, şuursuzluğun bedelini illa ödetiyorlar.
Çok sonraları bir chat seansında "Ya yeni duydum, sen Yahudilerden nefret ediyormuşsun" diye yüzüne vurulduğunda da "Ayyy evet" diye konuya girip karşısındakinden hiç beklemediği bir tepki aldı: "Ben Yahudiyim." Ne diyeceğini bilemedi, doğal olarak şaşırdı. Kıvırmaya çalıştı, ama nafile. "Ay aslında nefret etmiyorum da şöyle..." diye dişe dokunur bir açıklama yapamadı tabii ki. İşin tuhafı şu: Sonraki günlerde, aylarda, yıllarda kendisiyle yüzleşen arkadaşlarıyla, bu çirkin açıklamalarından rahatsız olduğunu belli edenlerle bile hala görüşmekte ısrar etti. "Özledim, nerelerdesin, neden buluşamıyoruz" türü bir dolu mesajı yanıtsız kalmasına rağmen. İnat mı? Bence pişkinlik. Hiçbir şeyin yapışmadığı bir teflonluk.
Santralİstanbul'daki "Biramızı istiyoruz" eyleminde var mıydı, bilmiyorum. Ama doğrusu özgürlüğün sadece konserde bira içmek, sivil itaatsizliğin de tweet atmak olduğunu zanneden kitleye çok yakışırdı. Hem aslında onu da yadırgamıyorum. İstatistiklere bakalım: Yapılan araştırmalara göre Türklerin yüzde 41,2'si Yahudi komşu istemiyor. Bu yüzde 41'in homojen bir AK Parti seçmen kitlesi olduğunu hiç zannetmiyorum. Eminim aralarında Efes Pilsen'in hakkını arayan twitter devrimcileri de vardır.
2011'de yapılan ankette eşcinsel komşu istemeyenlerin oranı yüzde 57,9. Apartmanın yarısından çoğu otomatik olarak bana karşı demek ki. O kadar antipatik bir imajım var ki apartmanda, bu da bir dokunulmazlık sağlıyor bana, yönetici falan saçma sapan bir uyarı mektubu yolladığında daha çirkin bir üslupla mektup yazıp aynen kendisine iade ediyorum. Ya böyle biri olmasaydım, atacaklar mıydı imza toplayıp acaba?
Apartmanın diğer yarısı da ateist komşu istemiyor; onların da oranı 45,4. İçki içen komşu istemeyenlerin oranı 40,8, ama "Fark etmez" diyenler yüzde 48'le onları eziyor. Ermeni'yseniz yüzde 40,2'lik bir kesim size karşı çıkıyor. Benden size tavsiye: Bu hayatta illa mensup olacaksanız tek bir ezilmiş azılık grubuna ait olun. Yoksa gördüğünüz gibi seçenekler azalıyor.
Epey bir zamandır yurtdışında yaşayan ve Ankara'nın Çankaya semtinde de bir dairesi bulunan bir işadamı arkadaşım seyahatlerden fırsat bulamayıp bir türlü memlekete uğrayamıyordu. İki sene sonra geçen yıl komşularından biri merdivende yolunu çevirip "Sizin evinize başörtülü insanlar girip çıkıyor" diye şikayet etmiş. Bizimki anlamamış başta. Bir: Eve kimin girip çıktığından size ne? İki: Eve girip çıkan ve şikayet yaratacak kadar dikkat çeken 'başörtülüler' kim olabilir ki? Birkaç dakikalık affallamanın ardından anlaşılmış: Temizlikçi kadından şikayet ediyormuş komşular. 'Biz onlarla mücadele ediyoruz, siz evinizi açıyorsunuz' gibi laik-atakları sadece şaşkınlıkla dinlemiş. Yıllardır evine gelip giden gündelikçi birden apartman yönetiminde sorun olmaya başlamış.
O laik teyzenin, varsa eğer, çocuklarından birinin 'Özgürlüğüne sahip çık' diye tweet attığına iddiaya girerim.
Elbette Türkiye'de yaşam tarzına yönelik tehditleri ve oluşan havayı şaşkınlıkla takip ediyorum. Ama, ne yalan söyleyeyim, bir konserde bira satışının yasaklanmasından dolayı rejimin tehlikede olduğunu ya da tekil bir örnekten çok büyük sorunlar çıkartılması gerektiğini düşünmüyorum. Umarım kimse karşıma "Önce belediye tesislerinde başladılar içkiyi yasaklamaya, sonra kırmızı sokaklar, sonra sıra üniversitelere geldi" diye dikilmesin. Bu icraatlara imza atan partinin (önce belediyede Refah, sonradan AK Parti) hezeyan geçiren pek çok laikten daha tutarlı olduğu ortada: Hiçbir zaman muhafazakar olduklarını gizlemediler, hiçbir zaman içkiye karşı olmadıklarını iddia etmediler. Aksine üç çocuktan tutun da kürtaja kadar hemen her konuda kendi ilkelerinden hiç geri atmadılar. Başbakan Erdoğan defalarca 'muhafazakar' olduklarının altını çizdi. Güç onlara geçince de kendi tasavvurlarına göre bir ülke için çalışmaya başladılar, bu yönde de çalışmaya devam ediyorlar.
Demokrasinin sırrı çoğunluğun seçtiği iktidarın azınlığın da haklarını gözetmesinden geçiyor; bu Türkiye'de ne yazık ki bakir bir alan. Ama bu bakir alanın müsebbibi de tek başına şimdiki iktidar değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin kısa tarihinde (özellikle de 2011 öncesine de facto Birinci Cumhuriyet diyebileceğimiz süreçte) gücü eline geçirenler her seferinde ülkeyi kendi istedikleri gibi şekillendirebilecekleri çamurdan bir heykel olarak görüp kendi keyiflerine göre oynayıp durdular. Hadi keyif demeyeyim de hayat algısı, ideal gibi daha şık bir kelime kullanayım.
İflah olmaz bir Batı hayranıyım. Batı'nın ahlaki değerlerine, kültürüne, disiplinine ve tarihine sonuna kadar hayranım. Ama bir Batılıya "Eskiden başka bir alfabe kullanıyorduk, sonradan Latin alfabesine geçtik" diye anlatmakta epey zorlanıyorum. "Nasıl yani, birkaç yüz yılda mı geçildi" deyince, "Hayır ertesi sabah" diye abartarak anlattığımda yüzüme çok tuhaf bakıyorlar. Latin Alfabesine geçmiş olmaktan son derece memnunum. Türkiye'nin toprağının az bir bölümü Batı'da olmasına rağmen kuruluş doktrine göre yüzünü tamamen Batı'ya dönmesinden yanayım. Yerinin burası olduğunu düşünüyorum. Batılı gibi giyinmekten, yazmaktan, düşünmekten yanayım. Ama Batılılık adına yapılan devrimlerin tepeden inme olmadığını da hiç kimse iddia edemez herhalde. Kim bilir, belki de savaştan yorgun düşen, eğitimi sınırlı ve kendi yönünü bulamamış bir toplumun önüne ancak bu şekilde hedef konabilirdi. Zaten büyük liderlik de budur. İyi kötü 2011'e kadar geldi işte bu hedefler.
Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içinde sadece devletin kurucularını suçlamak da büyük haksızlık. Turgut Özal birden ülkeyi liberal ekonomiye geçirmeye karar verdi. Adnan Menderes taşrayı şehre taşıyarak, her mahallede milyoner yaratarak bugün bile hala aşılamayan ve pek çok probleminin temelinde yer alan çarpık kentleşmeyi körükledi. Tansu Çiller gibi yozlaşmış siyasetçilerin ise ideali, hedefi bile yoktu. Tek derdi Amerika'daki mal varlığını korumaktı: Katillerle ittifak yapmak bile meşruydu bu yolda.
Evet, belediye tesislerinde içki içiliyordu ve Tuncay Özilhan sponsorluğa yatırdığı paraların karşılığını haydi haydi alıyordu belki ama o zaman özgürlük diye bir şey var mıydı? Doğrusu benim yaşadığım Türkiye'de hiçbir zaman özgür olduğumu hatırlamıyorum, ara sıra 'özgürlük yanılsamasına' kapıldığımı zannediyorum. Geçmişte sokakta öpüştüm ya da oruç tutmadım diye dayak yemeyince "Eskiden çok özgürdük" diyecek kadar saf değilim. Çünkü lisede inancıma ters düştüğü için din dersinden muaf olmak istediğimi sınıfta açık açık söylediğimde teneffüste beni tehdit eden ülkücüler AK Parti'den güç almıyordu. O sıralar 'liberal' parti iktidardaydı ve 'sarışın güzel kadın' bizi AB'nin en büyük gücü haline getireceği masallarını anlatıyordu. Bugün iktidarın önünde hazır olda duran basın, dün o kadının peşinde dolanıyor, bir yandan da askerlerden gelen belgeleri basıyordu.
Ama bizim gençlere bir şişe bira ver, bir de twitter'ı güncelleyebilecekleri bir mobil iletişim aracı... O zaman özgürlük geliyor işte.
Türkiye'nin en büyük probleminin birarada yaşayamama olduğu çok belli. Apartmanda da bu böyle, iktidarda da. Ama bu hastalığı tedavi etmenin önündeki en büyük engel de bunun 'dönemsel' bir semptom olduğu yanılsaması. Bir konuda anlaşalım: Türkiye bugün de özgür bir ülke değil, hiçbir zaman da olmadı. Ne yazık ki bu gidişle de olmayacak. Hatta eylemi sadece twitter'dan yapıldığını zanneden kentli gençlerle hiçbir şey olmayacak.
Bir yandan da anlıyorum: Bu düzen ya da bu devlet (adı her ne ise işte, bu heyula) her zaman kendisinin çizdiği katı kurallara karşı çıkanlara karşı acımasız oldu, hep başını ezdi. 20'li yaşlarında hiç kimseyi öldürmemiş üç gencin darağacındaki görüntüsü orada dururken eylem yapmak kolay değil tabii ki; hatta Facebook'a, twitter'a yazdığı mesajlar yüzünden yargılananların haberlerini de okuyoruz. Ama özgürlüğü Efes Pilsen'in bira satma özgürlüğünü sanmanın ötesinde bir çözüm olsa gerek. Çünkü bir yandan da Red Hack gibi Türkiye'nin en kuvvetli ana muhalefeti var; her türlü bedeli ödemeye hazır olarak kelle koltukta ilerliyorlar, geri adım atmıyorlar ve yol alıyorlar. Tek dertleri konserde bira satılması değil zira.
Santralİstanbul'da içki satışının bizzat Başbakan'ın talimatıyla olduğunun açıklanmasından daha vahimi, Başbakan'ın 'tak' dediğini 'şak' diye yapan rektörün durumu. İstanbul Bilgi Üniversitesi kuruluşundan beri AK Parti'ye büyük destek veren, Ahmet Çalık'ı ve Egemen Bağış'ı her dem ağırlayan bir kurumdu: Hatta AK Parti'nin bakanı Egemen Bağış bizzat Santral'de yemek vermişti. Hala da AK Parti'nin ideolojik altyapısını oluşturan birçok öğretim üyesi var. Her dem pişmiş kelle gibi sırıtan eski sahiplerinden arınmış olmaları ruhlarının değiştiği anlamına gelmiyor. Bilgi'nin bugünkü rektörü günü kurtaracak açıklamalar yapıyor ama aynı üniversitenin birkaç sene önce film-video dersinde porno çektikleri için öğretim üyelerini kovduğunu da hatırlatalım. O gün Başbakan'ın telefon etmesi gerekmemişti, ne de olsa kraldan çok kralcılar vardı. Özetle: Sana rektör olamazsın demedim.
Şimdi sorun sadece bira içilmesi mi?
Sırf bu örnek bile özgürlüğün kimileri için eğilip bükülebilir bir şey olduğunu göstermiyor mu? Sanki Türkiye'de ne zaman farklı yaşam tarzlarına saygı vardı da, şimdi olacak.
Kuşkusuz tüzüklerle çarpışarak bugünlere gelen ve hoşgörüsüzlükten, kısıtlı özgürlüklerden epey çekerek devletin en tepesine gelen birinden, Başbakan Erdoğan'dan, biraz daha empati, biraz daha anlayış beklemek haksızlık değil. En azından çarpıştıkları 'tüzükleri' yok etmek. Ama onları da anlıyorum: Böylesi, yani hiçbir şeye dokunmamak ve 'Ne de olsa iktidarız artık' demek daha kolay. Diğeri engebeli ve bedeli daha ağır bir yol. Özgürlüğe saygının olmadığı bir ülkede özgürlük yolunu açmaya çalışanlar kim bilir hangi bedeli ödemeye mahkum edilirler. Hem bugüne kadar hiç kimse sınırsız özgürlükleriyle nam salan, farklı yaşam tarzlarına saygılı bir Türkiye kurulsun diye elini taşın altına koymadı. Zaten bu iktidarın da ne böyle bir vaadi vardı, ne de onlara oy veren yüzde 50'nin böyle bir talebi. Hiçbir iktidardan böyle bir talebi olmadı zaten Türkiye'nin; Özal zamanında evimize video almak, şimdi de duble yollar yetti bize.
Başkalarında gözlemlediğim ve bana çok tuhaf gelen bir insan davranışı dikkatimi çeker hep: İlk karşılaştıkları kişinin kendi müdahele hakları bulunmayan fiziksel özelliklerine dikkat çekip parmakla göstermeleri: Ten rengi, gözleri farklı, hatta dini, yetiştirilişi, inanışı farklı insanların bu özelliklerine dikkat çekilmesi. Bir siyahla konuşurken ilk olarak onun siyah olduğunun algılanması. Çok garibime gidiyor biri 'Resepsyondaki zenci adam'dan bahsedince mesela. Kendi kendime 'Sahiden zenci mi acaba adam' diye düşünüyorum, algılamamışım çünkü beynim bu şekilde bir kategorizasyonu kabul etmiyor. Neden başkalarının dünyayı bu şekilde algılayıp bu özellikten neden yoksun olduğum (meraklısı da değilim ya gerçi) hep gizemini koruyacak. Bir insana baktığımda onun 'ne' olduğunu göremiyorum ilk başta, onu 'ne' olduğuna göre değil de 'nasıl biri' olduğuna göre yargılıyorum çoğu zaman. Bu bir Türk davranış biçimi ama.
Komşumun Ermeni, Yahudi, başörtülü, sarhoş, eşcinsel ya da heteroseksüel olması beni ilgilendirmiyor. Sarhoşsa mümkünse kapımın önünde şişe kırmasın. Mormon ya da Yehova Şahidi'yse çok rica ederim beni 'çevirmek' için kapımı çalıp durmasın: Evde çalışıyorum ve hayatta en nefret ettiğim şey kapı zili. Komşumun çocuğu varsa ne güzel, benden özellikle çocuğu olduğu için sempati beklemesin. Onun çocuğuyla ilgilenmek zorunda değilim ama küçücük çocuğa nefret besleyecek de değilim. Ben o sempatik 'abilerden' değilim sadece. Müslüman komşumun iftar davetini seve seve kabul edebilirim, kalkıp da iftar sofrasında rakı içeyim gibi bir inadım da olmaz elbette; Hanukkah'da Yahudi komşularımla mum yakabilirim; Ermeni komşularımla onların Noel'ini kutlamaktan mutlu olurum ocak geldiğinde.
Benim hayalimdeki Türkiye erkeklerin birbiriyle evlenip çocuk sahibi olabildikleri bir ülke aynı zamanda. Ama İstanbul'un en laik, hatta über-laik semtinde oturmama rağmen bu fikrin komşularımın hoşuna gideceğini zannetmiyorum. Belki yaşayıp görmek gerek.
Benim hayalimdeki Türkiye'de 11 ay içki içilip bir ay oruç tutulmasında hiç sıkıntı yok mesela. Bugüne kadar bunun başarıyla uygulanabildiğini gördük. Uzun lafın kısası: Benim hayalimdeki Türkiye herkesin birarada yaşayabileceği ve hiç kimsenin bir diğeriyle ilgilenmediği bir ülke. Ne yazık ki hayalimdeki Türkiye'nin hiçbir zaman varolmadığı gibi, hayalden de giderek uzaklaştığımızı görüyorum.
Geçenlerde bir arkadaşım Amerika Birleşik Devletleri'nin gizli sloganının "Who gives a fuck" olduğunu söyledi. 'S.k' diye yazmamız gereken bir yayın organı değil burası, o yüzden doğrudan "Kimse kimsenin sikinde değil" diye çevirebilirim. Sokakta pijamasıyla gezen, dilini değdiren, yüzüne dövme yapanlarla Hasidik Yahudiler aynı metroya biniyor. Jay Z'nin yatırdığı milyonlarca dolarla Brooklyn'deki yeni evine kavuşan Nets takımının Arena'sında onbinlerce dolara tek gecelik localar satılıyor, şampanyalar patlıyor. Tam karşısındaki dükkanlarda ise Ramazan için hurma var. McDonald's'da patates kızartmasını Sundae dondurmaya banıp yediğinizde kime size uzaylı gibi bakmıyor. Ne ilginç ki, Türkçeye Özgürlük olarak çevrilen Jonathan Franzen'ın Freedom romanı Fransa'da İngilizce adıyla yayımlandı: Çevirmenin romanın içeriğiyle ilgili çok ilginç bir oyunu, Amerika'nın 'freedom' kelimesini tekeline alması, içselleştirmesi, kendisiyle özdeşleştirilmesi.
Kimin nasıl yaşadığının kim nasıl yargıcı olabilir?
Dünyanın en çözümsüz çatışmalarından birinin merkezi olan Kudüs'te Müslümanlar'ın Ramazan'ının ya da Yahudiler'in Pessah'ının birarada kutlandığı, sokaklarda herkesin birbirine saygı gösterdiği, kimsenin komşusundan nefret etmediği bir dönem vardı oysa. Osmanı İmparatorluğu'nun birkaç yılı; işin içine vergi alma, mülk edinme, kısacası mal yarışı girince karıştı. Bunu başaran devleti bugün yüceltip baştacı ediliyor, kökenlerimize sahip çıkılıyor ama koca İmparatorluk'un sadece küçücük bir şehrinde (harbi küçük) başarıya ulaşan 'birarada yaşama' politikası mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti'nin apartmanında bile işlemiyor.
Modacı kızımız ve yüzde 42 Yahudi komşu istemiyor işte. Türklerin yüzde 90'ı ise hayatında hiç Yahudi tanımamış.
Özgürlük bira şişesinin kapağının altında değildir.
Not: Yılmaz Özdil gibi bir doğal yeteneğim olsaydı 'Birarada yaşamak'la 'Birada yaşamak' arasında gidip gelen harika espriler üretebilirdim. Tamam tamam, zorlamıyorum.
Labels:
Adnan Menderes,
Ahmet Çalık,
AK Parti,
Bilgi Üniversitesi,
Egemen Bağış,
Jay Z,
Jonathan Franzen,
Özgürlük,
Recep Tayyip Erdoğan,
Red Hack,
Santralİstanbul,
Tansu Çiller,
Tuncay Özilhan,
Turgut Özal
10 Mayıs 2012 Perşembe
Sizi gidi homo düşkünü komünist itoğluitler!
Amerikan Başkanı Barack Obama'nın eşcinsel evliliğine destek veren sözlerini duyduğum anda Milk'teki rolüyle Oscar alan Sean Penn'in törendeki konuşmasına gitti aklım. O günkü yorumu biraz abartılı gelmişti ama meğerse öngörülüymüş; bugün 'Zarif bir adamı Başkan seçmiş olmakla' neden gurur duyduğunu çok daha iyi anladım:
You Commie homo-loving sons of guns! I did not expect this, but I -- and I want to be very clear that I do know how hard I make it to appreciate me. Often. But I -- I am touched by the appreciation and I hoped for it enough that I scribbled down -- so I have the names in case you were Commie homo-loving suns of guns. And so I, I wanted you to thank my best friend Sato Masuzawa. My circle of longtime support, Mara, Brian, Barry and Bob. The great Cleve Jones. Our wonderful writer, Lance Black. Producers Bruce Cohen and Dan Jinks. And particularly, as all us actors know, our director either has the patience, talent and restraint to grant us a voice, or they don't, and it goes from the beginning of the meeting to through the cutting room, and there is no finer hands to be in than Gus Van Sant.
Finally, for those -- two last finallys -- For those who saw the signs of hatred as our cars drove in tonight, and, I think that it is a good time for those who voted for the ban against gay marriage to sit and reflect and anticipate their great shame and the shame in their grandchildren's eyes if they continue that way of support. We've got to have equal rights for everyone.
And there are these last two things. I'm very, very proud to live in a country that's willing to elect an elegant man President. And a country, who for all its toughness, creates courageous artists, and this is in great due respect to all the nominees. But courageous artists who, despite a sensitivity, that sometimes has brought enormous challenge. Mickey Rourke rises again, and he's my brother. Thank you all very much.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)