Bar filozofu teşhisi koyar: “Bence o çocuğun çok ciddi cinsel sorunları
var, yoksa bu öfkenin başka türlü bir açıklaması olamaz.” Birkaç kadeh sonra
herkes kolaylıkla psikanaliz uzmanı kesilir ya; ne yalan söyleyeyim, bu kendi
kendine edinilmiş payenin eğlenceli olduğu zamanlar da vardır. Atış serbestse...
Ama bazen de gerçek çok basittir.
Bazen çirkef bir insan sadece çirkef bir insandır.
Emre Belözoğlu söz konusu olduğunda da Psikoloji 101 dersinden çıkma
zorlama teşhislerin ötesinde bir yanıt bulmaya çalışıyorum hep. Hemen her
adımını son 15 yılda yer yer obsesif bir şekilde yakından takip ettiğim bu
futbolcu için sonunda geldiğim nokta da şu: Sadece çirkef bir oyuncu işte,
altında başka bir mânâ aramaya, nedenlerini uzun uzadıya araştırmaya, analiz
etmeye gerek yok. Hem hepimizin vaktine yazık, hem de sonu hiçbir yere
varmayacak.
![]() |
17 yaşında A Takım'da. |
Sonuçta 13 yaşından beri her türlü teşhis çabasının merkezinde yer
almış birinden bahsediyoruz Emre’den bahsederken. Küçücük bir çocukken bile
altyapıların kapmak istediği bir futbolcu bu. Ve o yaştan itibaren hamurunu
herkesin kendince şekillendirmeye çalıştığı, farklı “ekollerin” farklı etkileri
altında oluştu kişiliği. Fakirlikle, şöhretle, uyarılarla, dayakla, parayla, tehditle
terbiye edilen biri yine 32 yaşına iyi geldi; iyi kötü bir aile kurdu, hayatı
rayında. Hakkını da yemeyelim, sahanın dışında da çirkef diye nitelendirecek bir hareketini falan görmedik.
Ama işte o saha içi yok mu...
Bakıyorum da üzerinden epey zaman geçmiş: Galatasaray’daki son
sezonunda gazetecilerden köşe bucak kaçarken, kamplara arka kapılardan girip
her hafta cep telefonu numarasını değiştirirken pek de zorlamadan beni içini dökmeyi kabul etmişti kasete. Onunla konuşmak istediğimi söylemek için iki
dakika karşılaşmamız gerekiyordu; göz göze gelelim diye kamp yaptığı otelin
lobisinde altı saat beklemiştim onu. Kabul edip “Birazdan geliyorum” dedikten
sonra da üç saat geçmişti. O dokuz saatime değmişti ama.
Kişiliksiz bir otel koridorunda bir bayi toplantısının terk ettiği
masaların birinde saatlerce konuşurken “Sahada seni tanıyamıyorum” demiştim.
“Sen tanısan ne olur ki” demeyin diye söyleyeyim: Kendimi hâlâ Türkiye’nin
sayılı “Emrelog”larından biri olarak görürüm. İkimizin de kariyeri birbirine
paralel bir şekilde başladı; bu yola çıktığımızda ben genç/çocuk gazeteciydim,
o genç/çocuk futbolcu ve ikimiz de hırslı, ikimiz de hoyratça terbiye edilmeye
çalışılmamıza isyan ede ede büyüyorduk. Aynı dönemde yolumuz kesişti zaten;
yanılıyor olabilirim belki ama galiba ilk kez kapağa çıkmasına da ben vesile
olmuşumdur. O günlerde Galatasaray muhabirleri anlatmıştı; Pazar günü Radikal İki’nin kapağında tam sayfa
fotoğrafını görünce beş tane birden almış. Doğru mu değil mi; pek de önemi yok
bugün.
İlk yıllarından başlayarak Emre’nin medyada aşırı idealize edilmesinin
öncülerinden biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Elimizdeki malzeme sadece
bir futbolcu değildi: Bir gençti, bir isyandı, yeniydi, bir sürü başka şeyin
simgesiydi, dinamikti, her anlamda çekiciydi. 16 yaşında Galatasaray orta sahasında Hagi’yle paslaşan ve Sezercik'e benzeyen bu çocuk sahanın dışında da kendisine yakıştırılan
her türlü starlık postunu rahatlıkla taşıyor, ışığını saçmasını iyi biliyordu.
Bu ışıktır işte küçük İskender’e de onun için bir şiir yazdıran, benim de
hakkında onlarca yazı yazmama vesile olan ve hatta Radikal İki gibi
sol-liberal-siyasi bir dergiye de o ilk seferden sonra defalarca kapak olmasına
neden olan. Boşuna değil yıllar önce çalıştığım masanın yanına kocaman
posterini asmam... Herkesi “aura”sıyla tavlamayabilmek gibi yeryüzünde çok az
star’a nasip olacak bir özelliğe sahipti o. Kendisini bir eşcinsel aşk üçgenini
anlatan romanda “arzu nesnesi” olarak kullanmak istediğimi söylediğimde de en
ufak bir rahatsızlık duymamıştı. Böyle de rahattır. Kadın parfümü kullandığını kendisini söylemiştir mesela.
İtalya’da top koştururken onunla “al dente” makarna hakkında konuştuğumuzu anımsıyorum. Ben
biraz da küçümser bir şekilde “Şimdi annenin makarnasını yiyemiyorsundur”
demiştim. “Annemin makarnası hala en güzeli” diye söze girdi: “Ama tabii artık
‘Anne sen de o kadar çok haşlama makarnaları’ diyorum.”
![]() |
Radikal İki'ye kapak olmuştu. |
İtalya’da geçirdiği zamanın ona o kadar faydası oldu ki. Modadan, kendi
tabiriyle “zeytinyağı kültürünü” keşfetmesine, İstanbul’dayken bir türlü şekle
sokamadığı saçlarının nihayet hizaya gelmesine kadar. Futbol olaraksa bir o
kadar götürdü ondan. İtalya’ya gitmeden önce çirkefliği sahada kendini iyice
belli etmeye başlamıştı zaten; Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonu olduğu maçta
kart cezası yüzünden oynayamamıştı zaten. Fatih Terim’in onu oyundan çıkarken
neredeyse dövmesi kamera kayıtlarına yansımış, soyunma odasındaki küfürlerini
ise pek kimse yazamamıştı.
Günlerin çoğunu yedek kulübesinde ya da evinde geçirdiği Inter macerası
belki de o ana kadar mustarip olduğu “çoklu kişilik bozukluğuna” son verdi.
Biliyorum, bar filozofunun ya da koltuk psikoloğunun alanına giriyorum ama şöyle
anlatayım: Benim bildiğim “İki Emre” vardı hep. Sahanın dışında dünyanın en
sempatik, en iyi niyetli, en sakin genci. Bir de işte o sahada gördüğümüz.
Kötü geçen bir İngiltere macerasının ardından Türkiye’ye döndüğünde
Emre’nin “sahanın dışındaki” kişiliğini kendi kendine en vahşi yöntemlerle
öldürdüğüne tanık oldum.
Inter’e hemen gitmeden önceki o otel lobisine dönelim: “[Saha içindeki kendimi gördüğümde] ben şüpheye düşerken sen nasıl şüpheye düşmezsin? Bu normal. Benim annem-babam şüpheye düşerken sen nasıl düşmezsin? Sahanın içinde çok farklı bir kimliğe bürünüyorum; beni biraz antipatik yapıyor. Bu bir gerçek.”
O zamanlar en azından kendisinin farkındaydı. Gerektiğinde özür
dilemenin erdemini de biliyordu.
Şu “fucking n—” tartışmasına
bakıyorum da... Yok efendim “Ben ‘n-kelimesi’ demedim,
‘prick’ dedim” gibi uyduruk açıklamalar yapıyor, kendince çocuk kandırıyor. İlk
gece söylediğinin “aptalca” olduğunu kabul etmişti gerçi, yine de “Anneme
küfretti” gibi ancak ortalama Türk erkeğince karşılık bulacak güvenli bir
limana sığınmayı da ihmal etmemişti kendini aklamak için. Oysa ırkçı bir küfür
herhangi bir küfürden çok daha ağır. Emre’nin kabahatinin ağırlığının farkında
olmaması da yabancı bir durum değil: “Bu adam Alevi” dendiğinde yuhalayan
ülkenin çocuğu işte...
Ben ırkçılıkla ilgili en ufak bir kıvılcımın yangına dönüşmeden önce en
sert tedbirlerle yok edilmesi gerektiğine yürekten inanıyorum. Hele hele
Türkiye’de. Irkçılığın gündelik dile yüzyıllardır nüfuz ettiği, her Alevi,
Ermeni, Kürt, Yahudi hakkında türlü şehir efsanelerinin üretilip bunlara
inanıldığı bir topraklarda alınması gereken tedbirlerde epey geç kaldığımız
ortada üstelik. Dahası, her türlü azınlığı yeri geldiğinde devlet politikasıyla
öldürmeyi, yok etmeyi amaçlamamızdan dolayı hepimiz özünde sabıkalıyız da.
Bunca yıldır inkarla idare ediyoruz, bakalım daha ne kadar devam eder bu.
Halbuki biz Türklerin içselleştirdiğimiz ve her türlü “öteki”ye karşı
hiç çekinmeden savurduğumuz ırkçılığımızdan dolayı yerin dibine girmemiz
gerekiyor. Ne yazık ki “çoğunluk” böyle bir kaygı taşımıyor.
O yüzden adı isterse Emre Belözoğlu olsun en ufak bir ırkçılık kafasını
kaldırmaya yeltendiği anda böcek gibi ezilmelidir. Türkçeye spor muhabirlerinin “Pis Zenci” diye çevirdiği ırkçı küfrünü duyunca da Emre’nin en ağır şekilde
cezalandırılmasını istedim. Futbol hayatının bitmesini, doğrusunun Rıdvan
Dilmen’in dediği gibi o an tek seçeneğinin çantasını toplayıp gitmesi
gerektiğine inandım. Bir gün sonraki o rezil basın toplantısı görünce de
içimden “tam dayaklık” dedim.
Şu son 15 yılda onlarca Emre
yazısı yazdım.
Bu yazıların çoğunda da savunulamayacak
pozisyonlarda bile Emre’yi savunmak için uğraştım, zaman zaman zorlama
mantıklar kursam da. Diyelim ki sabahın köründe birine otomobiliyle vurup
ölümüne sebep olduğunda. Figo’nun burnunu kırdığında. Basın tribününe o kol
hareketini çektiğinde bile “Tamam o hareketi yaptı ama niye yaptı bir sor”
mealinden bir şeyler çiziktirdim. Bu süreçlerin hemen hemen hepsinde onunla sık
sık konuştum, basının tamamı onu tek taraflı linç etmeye çalışırken hikayenin
“onun tarafını” da dinledim ve çoğu zaman ikna oldum.
Bir gün sonra metroda giderken iPod’um neredeyse bana gönderme yapar
gibi kendi arşivinin derinliklerinden önce Michael Jackson’ının “I’ll Be
There’”ini, sonra “Human Nature”ini çaldı arka arkaya. Şarkıların adları tam
uydu işte, Emre’yi düşündüm. Öyle ya da böyle her türlü starlık iştahımızı
tatmin eden, bizi kendine hayran bırakan, yer yer kızdıran, gündemimizi hiç boş
bırakmayan birinin son vedasını ırkçı bir ayıpla yapmasına razı olacak mıyız,
ya da olmalı mıyız?
Rıdvan’ın dediğini yapıp bugün çantasını toplayıp gitse Emre, her şeyi
bıraksa ne yazar, bırakmasa ne yazar. Aslında Emre futbol hayatını
Galatasaray’dan gittiği gün fiilen bitirdi. İstanbul’dan ayrılışı onun sonudur;
zaten ondan sonra da doğru düzgün futbol oynamadığı gibi sık sık sakatlıklarla
boğuştu. Ama daha da önemlisi sonradan Fenerbahçe’ye gelerek –para kazanmasına
rağmen– “Galatasaraylı Emre” unvanı kendi yanlış seçimi yüzünden kaybetti.
Aptalca bir tercih yaptı. Tekrar Galatasaray’a dönseydi belki de ileride adı
tesislere verilecekti, oysa yıllardır kazınan adları silinmeye çalışılıyor.
Gerçi halamın bıyığı olsaydı...
![]() |
Four Four Two için özel çekim. |
Michael Jackson’ın iki şarkısı esnasında aklım birkaç sene öncesine,
gecenin iki buçuğunda aldığım bir telefona gitti. Arayan Emre değildi, bir
başka futbolcuydu. “Benim sana söylediğim şeyler neden gazetelere manşet olmaya
kalkıyor, neden gazeteciler bunu duyuyor?” diye sitem ediyordu.
O saatte kafam çok iyiydi ama hemen ne olduğunu anladım.
Yazılarımda sık sık eleştirdiğim bir futbolcuyla karşılaşmıştım, o da
tüm sempatikliği ve iyi niyetiyle “Benden bir Emre yaratamayacaksın” demişti
bana. Tamamen bir espri olarak ve en ufak bir ciddi vurgu taşımadan... Her
seferinde, her genç futbolcuya karşı olduğu gibi, onu da Emre Belözoğlu’yla
kıyaslıyor, onu örnek almasını takıntılı bir şekilde yazıyordum çünkü. Emre’yle
değil, benim takıntımla dalga geçiyordu özünde.
Bazen çirkef bir insan sadece
çirkef bir insandır. Emre saha içinde varlık
göstermeyince onu sahada domine eden karakterini kendi hayatına da adapte etti.
Rıdvan Dilmen’e verdiği yanıtta aynı ego patlamasının izine
rastlıyoruz. Kendisini bilgece eleştiren birine 20’li yaşların Emre’si
“Haklıdır, ağabeyimdir” derdi, şimdi “Rıdvan kim ki ya ne konuşuyor” gibisinden
bir şeyler diyor sokak ağzıyla. Hiç öyle “Eski kuşakları her ne pahasına olursa
olsun saymalıyız” klişesine saplanan biri değilim; bütün kariyerimi basının
eski kuşaklarının çarpıklığına savaş açarak inşa ettim sonuçta. Ama yeri geldi
her birine borçlarımı ödedim, haklarında yazılar yazdım, bazen geri adım attım,
özür dilerim, bazen de sözümden dönmedim.
Emre’nin hadsizliği hakkaniyetsizlikten: Rıdvan Dilmen sakatlıklarla
engellenen futbol hayatına rağmen bu ülkede simge olmayı başarmış az sayıda
futbolcudan biridir, kendine ait kuşaktan kuşağa aktarılan bir lakabı ve şanı
vardır “Şeytan Rıdvan”ın. Daha da önemlisi, belki futbolculuğundan da öte, bu
ülkeye yıllardır futbolu en iyi şekilde anlatan isimdir: İyi futbol bilen her
zaman iyi anlatamayabilir; ama Rıdvan bize yıllardır futbolu neredeyse sıfırdan
öğretiyor. Bu teraziye konduğunda Emre’nin Türk futboluna hizmetlerinden daha
hafif değildir.
Emre Belözoğlu’nun onu tanıdığım 16 yaşından bu yana dünyanın en şirin
çocuğundan (elma yanaklı!) dünyanın en iğrenç karakterli insanlarından birine
dönüşmesine birebir tanık oldum. Bunun nedenleri üzerine düşünüyorum;
psikanalizine girişmeden. Bazen “Acaba kendisi de kendisi için aslında önemli
olan ne varsa 21 yaşında fark etmeden kaybettiğinin aslında farkında mı” diye
aklımdan geçiyor.
Belki de... Bunu bir tek Emre bilir, bu saatten sonra da o otel
lobisindeki gibi bir yüzleşemeye açık olacağını hiç zannetmiyorum. O günden
beri kendisini inkar edip duruyor.
Öte yandan, yaptığı ırkçı saldırının ne kadar açıklanır tarafı
olmadığını bilsem de... Yaptığı basın toplantısının, yanına da göstermelik
Afrikalı bir oyuncu alarak en sıradan Türk ırkçısının “Ama benim Kürt
arkadaşlarım da var” tipi savunmasına girişmesini utanç verici bulsam da... Ve
Emre’nin her seferinde her türlü özrü kabahatinden beter olsa da...
Biraz serinkanlılıkla düşündüğümde
Emre’nin bunca sarsıntıya rağmen kariyerini böyle bir kara lekeyle (ima yok
yanlış anlamayın kara derken) sonlandırmasına içim razı olmuyor. Buna
arkadaşlık hatırı diyebilirsiniz belki; ama birkaç yıldır konuşmadığımızı
söyleyeyim: Kendisini eleştiren tek bir yazımda (Fenerbahçe’ye transferi)
köprüleri attı.
Benimki Türkiye’nin bir
yıldızına ağıt sadece: Bunca yıl kendisine hayran
olduğumuz birini –her türlü krediyi sonuna kadar hep tüketse de– hemen
asmayalım. Sağdan soldan herkes nefret ediyor zaten, sanki finali çok şık bir
hareketle bitirmesi için bir şans daha vermeliyiz gibi geliyor. “Nereye kadar”
değil işte, bazıları çok fazla kredi tüketir, ona rağmen yeniden şans verilir.
Onları özel kılan da budur.
Hepimiz için söylüyorum. Sonuçta çocuk Emre hepimizin hayatının bir
kenarında yeri olan, bu ülkenin ailelerinin yıllarca bağrına bastığı biriydi.
Bir zamanlar sevmiştik onu. Emre en azından yeniden gönlümüzü çelebilir belki;
ki çelmeli de. Kendisi için, adı için, çocukları için, ileride tarihin onu
nasıl hatırlaması için.
Hem daha bu çocuğu sakatlayan sistemle, onu bu hale getiren, bu kadar
çirkefleştirenlerle, futbolcuları çarpık terbiye yöntemlerinin mucidi Fatih
Terim’le, onu takımda tutamayan sonra da geri alamayan beceriksiz Galatasaray yönetimiyle, koluna Rolex’i takan Sedat Peker’le, sahte
penaltı için kendisini yere atarak kariyer yapan ağabeyi Arif Erdem’le,
güvensizliklerinde ona sahip çıkmak için kol kanat geren koruyucularıyla, o canavarı yaratıp, besleyip, destekleyenlerle hesaplaşmadıktan sonra... Boşuna
bu genç futbolculara “Başkalarının sakatladığı çocuklar” demedim.
![]() |
Emre yazlarını uzun yıllardır Çeşme'de geçiriyor. |
Benimki kişisel bir kaygı bir de: Yazdığım onca yazıya, emeğe yazık
olacak. Çünkü böyle giderse Emre neredeyse tarihten besbelli silinecek, birkaç
kuşak sonra kimse onu hatırlamayacak, merak etmeyecek. Benim “Emrelog”luğum
boşa çıkacak...
Şaka bir yana, sahada da hayatta da çirkeflik uzun vadede kimsenin
yanına kar kalmıyor çünkü. Her Zeytinburnu sokağında top oynayan da Emre
Belözoğlu olmuyor ama. Israrla çirkef kelimesini kullandım, Emre’nin
futbolculuğuna bu kadar cuk oturan bir başka tabir yok çünkü.
İleride bir Wikipedia maddesine bakıldığında parıltılarla başlayan
kariyer en azından arasında bol bol çirkeflik kelimesi barındırırsa bile öyle
bitmesin. Dahası uzun yıllar o Wikipedia maddesine bakılsın bana kalırsa.
Türkiye, hepimizi örseleyen bu topraklar, çocuklarını çok kolay harcayan bir
ülke. Tam da bu yüzden hepimiz linç etmeye çok hazırız; linç kültürünün içinde
büyüyünce gördüğümüz, öğrendiğimiz de bu. Hep kan istiyoruz.
Ben istiyorum ki yarın öbür gün Zeytinburnu’ndan bir başka küçük erkek
çocuğu mahalle arasında top oynarken Emre’yi örnek alsın; dahası örnek alırken
onun hatalarını yapmamayı da öğrensin. Bu son yediği dayak da Emre’ye iyi bir
son ders olsun artık. Şu inadından vazgeçsin artık, Wikipedia maddesinin nasıl
tamamlanacağını düşünsün: Utanç dolu bir finalle mi bitecek Emre’nin kariyeri yoksa son
bir parıltıyla mı? Çünkü illa ki bitecek ve hatta çok kısa sürede bitecek, bunu
bilsin Emre.
Emre inadına hala o Wikipedia maddesini kendi bildiği
şekilde tamamlamayı düşünüyorsa benim ona harcadığım 16 bin vuruşuma, iki bin iki
yüz kelimeme de yazıklar olsun.