18 Nisan 2012 Çarşamba

Emre için bir ağıt: Asmayalım da besleyelim mi


Bar filozofu teşhisi koyar: “Bence o çocuğun çok ciddi cinsel sorunları var, yoksa bu öfkenin başka türlü bir açıklaması olamaz.” Birkaç kadeh sonra herkes kolaylıkla psikanaliz uzmanı kesilir ya; ne yalan söyleyeyim, bu kendi kendine edinilmiş payenin eğlenceli olduğu zamanlar da vardır. Atış serbestse...

Ama bazen de gerçek çok basittir.

Bazen çirkef bir insan sadece çirkef bir insandır.

Emre Belözoğlu söz konusu olduğunda da Psikoloji 101 dersinden çıkma zorlama teşhislerin ötesinde bir yanıt bulmaya çalışıyorum hep. Hemen her adımını son 15 yılda yer yer obsesif bir şekilde yakından takip ettiğim bu futbolcu için sonunda geldiğim nokta da şu: Sadece çirkef bir oyuncu işte, altında başka bir mânâ aramaya, nedenlerini uzun uzadıya araştırmaya, analiz etmeye gerek yok. Hem hepimizin vaktine yazık, hem de sonu hiçbir yere varmayacak.

17 yaşında A Takım'da.
Sonuçta 13 yaşından beri her türlü teşhis çabasının merkezinde yer almış birinden bahsediyoruz Emre’den bahsederken. Küçücük bir çocukken bile altyapıların kapmak istediği bir futbolcu bu. Ve o yaştan itibaren hamurunu herkesin kendince şekillendirmeye çalıştığı, farklı “ekollerin” farklı etkileri altında oluştu kişiliği. Fakirlikle, şöhretle, uyarılarla, dayakla, parayla, tehditle terbiye edilen biri yine 32 yaşına iyi geldi; iyi kötü bir aile kurdu, hayatı rayında. Hakkını da yemeyelim, sahanın dışında da çirkef diye nitelendirecek bir hareketini falan görmedik.

Ama işte o saha içi yok mu...

Bakıyorum da üzerinden epey zaman geçmiş: Galatasaray’daki son sezonunda gazetecilerden köşe bucak kaçarken, kamplara arka kapılardan girip her hafta cep telefonu numarasını değiştirirken pek de zorlamadan beni içini dökmeyi kabul etmişti kasete. Onunla konuşmak istediğimi söylemek için iki dakika karşılaşmamız gerekiyordu; göz göze gelelim diye kamp yaptığı otelin lobisinde altı saat beklemiştim onu. Kabul edip “Birazdan geliyorum” dedikten sonra da üç saat geçmişti. O dokuz saatime değmişti ama.

Kişiliksiz bir otel koridorunda bir bayi toplantısının terk ettiği masaların birinde saatlerce konuşurken “Sahada seni tanıyamıyorum” demiştim. “Sen tanısan ne olur ki” demeyin diye söyleyeyim: Kendimi hâlâ Türkiye’nin sayılı “Emrelog”larından biri olarak görürüm. İkimizin de kariyeri birbirine paralel bir şekilde başladı; bu yola çıktığımızda ben genç/çocuk gazeteciydim, o genç/çocuk futbolcu ve ikimiz de hırslı, ikimiz de hoyratça terbiye edilmeye çalışılmamıza isyan ede ede büyüyorduk. Aynı dönemde yolumuz kesişti zaten; yanılıyor olabilirim belki ama galiba ilk kez kapağa çıkmasına da ben vesile olmuşumdur. O günlerde Galatasaray muhabirleri anlatmıştı; Pazar günü Radikal İki’nin kapağında tam sayfa fotoğrafını görünce beş tane birden almış. Doğru mu değil mi; pek de önemi yok bugün.

İlk yıllarından başlayarak Emre’nin medyada aşırı idealize edilmesinin öncülerinden biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Elimizdeki malzeme sadece bir futbolcu değildi: Bir gençti, bir isyandı, yeniydi, bir sürü başka şeyin simgesiydi, dinamikti, her anlamda çekiciydi. 16 yaşında Galatasaray orta sahasında Hagi’yle paslaşan ve Sezercik'e benzeyen bu çocuk sahanın dışında da kendisine yakıştırılan her türlü starlık postunu rahatlıkla taşıyor, ışığını saçmasını iyi biliyordu. Bu ışıktır işte küçük İskender’e de onun için bir şiir yazdıran, benim de hakkında onlarca yazı yazmama vesile olan ve hatta Radikal İki gibi sol-liberal-siyasi bir dergiye de o ilk seferden sonra defalarca kapak olmasına neden olan. Boşuna değil yıllar önce çalıştığım masanın yanına kocaman posterini asmam... Herkesi “aura”sıyla tavlamayabilmek gibi yeryüzünde çok az star’a nasip olacak bir özelliğe sahipti o. Kendisini bir eşcinsel aşk üçgenini anlatan romanda “arzu nesnesi” olarak kullanmak istediğimi söylediğimde de en ufak bir rahatsızlık duymamıştı. Böyle de rahattır. Kadın parfümü kullandığını kendisini söylemiştir mesela. 

İtalya’da top koştururken onunla “al dente” makarna hakkında konuştuğumuzu anımsıyorum. Ben biraz da küçümser bir şekilde “Şimdi annenin makarnasını yiyemiyorsundur” demiştim. “Annemin makarnası hala en güzeli” diye söze girdi: “Ama tabii artık ‘Anne sen de o kadar çok haşlama makarnaları’ diyorum.”

Radikal İki'ye kapak olmuştu.
İtalya’da geçirdiği zamanın ona o kadar faydası oldu ki. Modadan, kendi tabiriyle “zeytinyağı kültürünü” keşfetmesine, İstanbul’dayken bir türlü şekle sokamadığı saçlarının nihayet hizaya gelmesine kadar. Futbol olaraksa bir o kadar götürdü ondan. İtalya’ya gitmeden önce çirkefliği sahada kendini iyice belli etmeye başlamıştı zaten; Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonu olduğu maçta kart cezası yüzünden oynayamamıştı zaten. Fatih Terim’in onu oyundan çıkarken neredeyse dövmesi kamera kayıtlarına yansımış, soyunma odasındaki küfürlerini ise pek kimse yazamamıştı.

Günlerin çoğunu yedek kulübesinde ya da evinde geçirdiği Inter macerası belki de o ana kadar mustarip olduğu “çoklu kişilik bozukluğuna” son verdi. Biliyorum, bar filozofunun ya da koltuk psikoloğunun alanına giriyorum ama şöyle anlatayım: Benim bildiğim “İki Emre” vardı hep. Sahanın dışında dünyanın en sempatik, en iyi niyetli, en sakin genci. Bir de işte o sahada gördüğümüz.

Kötü geçen bir İngiltere macerasının ardından Türkiye’ye döndüğünde Emre’nin “sahanın dışındaki” kişiliğini kendi kendine en vahşi yöntemlerle öldürdüğüne tanık oldum.


O zamanlar en azından kendisinin farkındaydı. Gerektiğinde özür dilemenin erdemini de biliyordu.

Şu “fucking n—” tartışmasına bakıyorum da... Yok efendim “Ben ‘n-kelimesi’ demedim, ‘prick’ dedim” gibi uyduruk açıklamalar yapıyor, kendince çocuk kandırıyor. İlk gece söylediğinin “aptalca” olduğunu kabul etmişti gerçi, yine de “Anneme küfretti” gibi ancak ortalama Türk erkeğince karşılık bulacak güvenli bir limana sığınmayı da ihmal etmemişti kendini aklamak için. Oysa ırkçı bir küfür herhangi bir küfürden çok daha ağır. Emre’nin kabahatinin ağırlığının farkında olmaması da yabancı bir durum değil: “Bu adam Alevi” dendiğinde yuhalayan ülkenin çocuğu işte...

Ben ırkçılıkla ilgili en ufak bir kıvılcımın yangına dönüşmeden önce en sert tedbirlerle yok edilmesi gerektiğine yürekten inanıyorum. Hele hele Türkiye’de. Irkçılığın gündelik dile yüzyıllardır nüfuz ettiği, her Alevi, Ermeni, Kürt, Yahudi hakkında türlü şehir efsanelerinin üretilip bunlara inanıldığı bir topraklarda alınması gereken tedbirlerde epey geç kaldığımız ortada üstelik. Dahası, her türlü azınlığı yeri geldiğinde devlet politikasıyla öldürmeyi, yok etmeyi amaçlamamızdan dolayı hepimiz özünde sabıkalıyız da. Bunca yıldır inkarla idare ediyoruz, bakalım daha ne kadar devam eder bu.

Halbuki biz Türklerin içselleştirdiğimiz ve her türlü “öteki”ye karşı hiç çekinmeden savurduğumuz ırkçılığımızdan dolayı yerin dibine girmemiz gerekiyor. Ne yazık ki “çoğunluk” böyle bir kaygı taşımıyor.

O yüzden adı isterse Emre Belözoğlu olsun en ufak bir ırkçılık kafasını kaldırmaya yeltendiği anda böcek gibi ezilmelidir. Türkçeye spor muhabirlerinin “Pis Zenci” diye çevirdiği ırkçı küfrünü duyunca da Emre’nin en ağır şekilde cezalandırılmasını istedim. Futbol hayatının bitmesini, doğrusunun Rıdvan Dilmen’in dediği gibi o an tek seçeneğinin çantasını toplayıp gitmesi gerektiğine inandım. Bir gün sonraki o rezil basın toplantısı görünce de içimden “tam dayaklık” dedim.

Şu son 15 yılda onlarca Emre yazısı yazdım. 

Bu yazıların çoğunda da savunulamayacak pozisyonlarda bile Emre’yi savunmak için uğraştım, zaman zaman zorlama mantıklar kursam da. Diyelim ki sabahın köründe birine otomobiliyle vurup ölümüne sebep olduğunda. Figo’nun burnunu kırdığında. Basın tribününe o kol hareketini çektiğinde bile “Tamam o hareketi yaptı ama niye yaptı bir sor” mealinden bir şeyler çiziktirdim. Bu süreçlerin hemen hemen hepsinde onunla sık sık konuştum, basının tamamı onu tek taraflı linç etmeye çalışırken hikayenin “onun tarafını” da dinledim ve çoğu zaman ikna oldum. 

Bir gün sonra metroda giderken iPod’um neredeyse bana gönderme yapar gibi kendi arşivinin derinliklerinden önce Michael Jackson’ının “I’ll Be There’”ini, sonra “Human Nature”ini çaldı arka arkaya. Şarkıların adları tam uydu işte, Emre’yi düşündüm. Öyle ya da böyle her türlü starlık iştahımızı tatmin eden, bizi kendine hayran bırakan, yer yer kızdıran, gündemimizi hiç boş bırakmayan birinin son vedasını ırkçı bir ayıpla yapmasına razı olacak mıyız, ya da olmalı mıyız?

Rıdvan’ın dediğini yapıp bugün çantasını toplayıp gitse Emre, her şeyi bıraksa ne yazar, bırakmasa ne yazar. Aslında Emre futbol hayatını Galatasaray’dan gittiği gün fiilen bitirdi. İstanbul’dan ayrılışı onun sonudur; zaten ondan sonra da doğru düzgün futbol oynamadığı gibi sık sık sakatlıklarla boğuştu. Ama daha da önemlisi sonradan Fenerbahçe’ye gelerek –para kazanmasına rağmen– “Galatasaraylı Emre” unvanı kendi yanlış seçimi yüzünden kaybetti. Aptalca bir tercih yaptı. Tekrar Galatasaray’a dönseydi belki de ileride adı tesislere verilecekti, oysa yıllardır kazınan adları silinmeye çalışılıyor. Gerçi halamın bıyığı olsaydı...

Four Four Two için özel çekim. 
Michael Jackson’ın iki şarkısı esnasında aklım birkaç sene öncesine, gecenin iki buçuğunda aldığım bir telefona gitti. Arayan Emre değildi, bir başka futbolcuydu. “Benim sana söylediğim şeyler neden gazetelere manşet olmaya kalkıyor, neden gazeteciler bunu duyuyor?” diye sitem ediyordu.

O saatte kafam çok iyiydi ama hemen ne olduğunu anladım.

Yazılarımda sık sık eleştirdiğim bir futbolcuyla karşılaşmıştım, o da tüm sempatikliği ve iyi niyetiyle “Benden bir Emre yaratamayacaksın” demişti bana. Tamamen bir espri olarak ve en ufak bir ciddi vurgu taşımadan... Her seferinde, her genç futbolcuya karşı olduğu gibi, onu da Emre Belözoğlu’yla kıyaslıyor, onu örnek almasını takıntılı bir şekilde yazıyordum çünkü. Emre’yle değil, benim takıntımla dalga geçiyordu özünde.

Birkaç gün sonra Emre’yle bir chat yazışmasında “Ya şu çocuk ne kadar tatlı, bana takılıyor ‘Benden bir Emre yaratamayacaksın’ diye:)))” bir şeyler yazdım. Hani insanın yüzünün attığı, sesinin değiştiği anlar vardır ya, bu bazen harflere de yansır. Birden o chat penceresinde buz gibi bir hava esti: “Zaten istese de olamaz, Emre olmak kolay mı!” gibilerinden bir şey dedi. (Belki Türk polisinin elinde bu yazışma kayıtları da vardır, zamanı gelince açıklar.) Masum bir espriyi bilerek çarpıtmış, çarpıttığı gibi alınmış ve üzerine bir dolu kompleks bildirip canını yakmak için yola çıkmıştı. Aynı lafı bir başka genç futbolcuya zarar vermek için basına sızdırmakta da hiçbir beis görmemişti.

Bazen çirkef bir insan sadece çirkef bir insandır. Emre saha içinde varlık göstermeyince onu sahada domine eden karakterini kendi hayatına da adapte etti.

Rıdvan Dilmen’e verdiği yanıtta aynı ego patlamasının izine rastlıyoruz. Kendisini bilgece eleştiren birine 20’li yaşların Emre’si “Haklıdır, ağabeyimdir” derdi, şimdi “Rıdvan kim ki ya ne konuşuyor” gibisinden bir şeyler diyor sokak ağzıyla. Hiç öyle “Eski kuşakları her ne pahasına olursa olsun saymalıyız” klişesine saplanan biri değilim; bütün kariyerimi basının eski kuşaklarının çarpıklığına savaş açarak inşa ettim sonuçta. Ama yeri geldi her birine borçlarımı ödedim, haklarında yazılar yazdım, bazen geri adım attım, özür dilerim, bazen de sözümden dönmedim.

Emre’nin hadsizliği hakkaniyetsizlikten: Rıdvan Dilmen sakatlıklarla engellenen futbol hayatına rağmen bu ülkede simge olmayı başarmış az sayıda futbolcudan biridir, kendine ait kuşaktan kuşağa aktarılan bir lakabı ve şanı vardır “Şeytan Rıdvan”ın. Daha da önemlisi, belki futbolculuğundan da öte, bu ülkeye yıllardır futbolu en iyi şekilde anlatan isimdir: İyi futbol bilen her zaman iyi anlatamayabilir; ama Rıdvan bize yıllardır futbolu neredeyse sıfırdan öğretiyor. Bu teraziye konduğunda Emre’nin Türk futboluna hizmetlerinden daha hafif değildir.

Emre Belözoğlu’nun onu tanıdığım 16 yaşından bu yana dünyanın en şirin çocuğundan (elma yanaklı!) dünyanın en iğrenç karakterli insanlarından birine dönüşmesine birebir tanık oldum. Bunun nedenleri üzerine düşünüyorum; psikanalizine girişmeden. Bazen “Acaba kendisi de kendisi için aslında önemli olan ne varsa 21 yaşında fark etmeden kaybettiğinin aslında farkında mı” diye aklımdan geçiyor.

Belki de... Bunu bir tek Emre bilir, bu saatten sonra da o otel lobisindeki gibi bir yüzleşemeye açık olacağını hiç zannetmiyorum. O günden beri kendisini inkar edip duruyor.

Öte yandan, yaptığı ırkçı saldırının ne kadar açıklanır tarafı olmadığını bilsem de... Yaptığı basın toplantısının, yanına da göstermelik Afrikalı bir oyuncu alarak en sıradan Türk ırkçısının “Ama benim Kürt arkadaşlarım da var” tipi savunmasına girişmesini utanç verici bulsam da... Ve Emre’nin her seferinde her türlü özrü kabahatinden beter olsa da...

Biraz serinkanlılıkla düşündüğümde Emre’nin bunca sarsıntıya rağmen kariyerini böyle bir kara lekeyle (ima yok yanlış anlamayın kara derken) sonlandırmasına içim razı olmuyor. Buna arkadaşlık hatırı diyebilirsiniz belki; ama birkaç yıldır konuşmadığımızı söyleyeyim: Kendisini eleştiren tek bir yazımda (Fenerbahçe’ye transferi) köprüleri attı.

Benimki Türkiye’nin bir yıldızına ağıt sadece: Bunca yıl kendisine hayran olduğumuz birini –her türlü krediyi sonuna kadar hep tüketse de– hemen asmayalım. Sağdan soldan herkes nefret ediyor zaten, sanki finali çok şık bir hareketle bitirmesi için bir şans daha vermeliyiz gibi geliyor. “Nereye kadar” değil işte, bazıları çok fazla kredi tüketir, ona rağmen yeniden şans verilir. Onları özel kılan da budur.

Hepimiz için söylüyorum. Sonuçta çocuk Emre hepimizin hayatının bir kenarında yeri olan, bu ülkenin ailelerinin yıllarca bağrına bastığı biriydi. Bir zamanlar sevmiştik onu. Emre en azından yeniden gönlümüzü çelebilir belki; ki çelmeli de. Kendisi için, adı için, çocukları için, ileride tarihin onu nasıl hatırlaması için.

Hem daha bu çocuğu sakatlayan sistemle, onu bu hale getiren, bu kadar çirkefleştirenlerle, futbolcuları çarpık terbiye yöntemlerinin mucidi Fatih Terim’le, onu takımda tutamayan sonra da geri alamayan beceriksiz Galatasaray yönetimiyle, koluna Rolex’i takan Sedat Peker’le, sahte penaltı için kendisini yere atarak kariyer yapan ağabeyi Arif Erdem’le, güvensizliklerinde ona sahip çıkmak için kol kanat geren koruyucularıyla, o canavarı yaratıp, besleyip, destekleyenlerle hesaplaşmadıktan sonra... Boşuna bu genç futbolculara “Başkalarının sakatladığı çocuklar” demedim.

Emre yazlarını uzun yıllardır Çeşme'de geçiriyor.
Benimki kişisel bir kaygı bir de: Yazdığım onca yazıya, emeğe yazık olacak. Çünkü böyle giderse Emre neredeyse tarihten besbelli silinecek, birkaç kuşak sonra kimse onu hatırlamayacak, merak etmeyecek. Benim “Emrelog”luğum boşa çıkacak...

Şaka bir yana, sahada da hayatta da çirkeflik uzun vadede kimsenin yanına kar kalmıyor çünkü. Her Zeytinburnu sokağında top oynayan da Emre Belözoğlu olmuyor ama. Israrla çirkef kelimesini kullandım, Emre’nin futbolculuğuna bu kadar cuk oturan bir başka tabir yok çünkü.

İleride bir Wikipedia maddesine bakıldığında parıltılarla başlayan kariyer en azından arasında bol bol çirkeflik kelimesi barındırırsa bile öyle bitmesin. Dahası uzun yıllar o Wikipedia maddesine bakılsın bana kalırsa. Türkiye, hepimizi örseleyen bu topraklar, çocuklarını çok kolay harcayan bir ülke. Tam da bu yüzden hepimiz linç etmeye çok hazırız; linç kültürünün içinde büyüyünce gördüğümüz, öğrendiğimiz de bu. Hep kan istiyoruz.

Ben istiyorum ki yarın öbür gün Zeytinburnu’ndan bir başka küçük erkek çocuğu mahalle arasında top oynarken Emre’yi örnek alsın; dahası örnek alırken onun hatalarını yapmamayı da öğrensin. Bu son yediği dayak da Emre’ye iyi bir son ders olsun artık. Şu inadından vazgeçsin artık, Wikipedia maddesinin nasıl tamamlanacağını düşünsün: Utanç dolu bir finalle mi bitecek Emre’nin kariyeri yoksa son bir parıltıyla mı? Çünkü illa ki bitecek ve hatta çok kısa sürede bitecek, bunu bilsin Emre.

Emre inadına hala o Wikipedia maddesini kendi bildiği şekilde tamamlamayı düşünüyorsa benim ona harcadığım 16 bin vuruşuma, iki bin iki yüz kelimeme de yazıklar olsun.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Meral için

2003 olmalı. O zamanlar Etiler'de oturuyordu. Uzun bir New York seyahatinden döner dönmez evine yakın bir kebapçıda buluşmuştuk. Ben farkında değildim, Asmalı Konak fenomen olmuş meğerse. Bana o diziyi anlatmaya başladı, ama ben kendisini merak ediyordum. Onu en son epey bir zaman önce Figen Batur'un organize ettiği bir öğle yemeğinde görmüştüm; ne garip o gün de ölüm konuşmuştuk masada, bir intiharı, o intiharın geride bıraktığı insanları. Bugün eski defterlerden Meral Okay'dan bana kalanlara şöyle bir baktım.


Bir kebapçıda buluşmamız sizce de manidar olmadı mı?
İkinci Bahar’dan sonra mı? (Gülüyor) Burası benim çok sevdiğim bir dükkan ondan.

Kasap rolü oynamıştınız o dizide. Etle aşinalığınız var mıydı hep?
Her Türk kadını kadardı. Evinde yemek pişen, mutfağa düşkün her Türk kadını kadar ilgim vardı o kadar.

Niye özellikle kasap rolü?
Sonradan, 15. bölümde giren bir karakterdi. Kocası kasaptı aslında, onun rolü biraz eriyince memleketten karısını getirdiler. Karısı olarak da ben geldim.

Kasaplık çok kadınlara atfedilen bir meslek değil halbuki.
Benim ailem Kafkasyalı. Çerkez yani. Anadolu’da, benim bildiğim, çocukluğumun geçtiği o bölgelerde erkekler işlemez eti, kadınlar işler. Erkekler sadece kesimle uğraşırlar. Geri kalan, bütün bir hayvanı oturup işleyip, parçalarına ayırmak kadınların işidir. Annem, benim diyen kasaptan iyi et işlerdi. Mesela but alınır eve, annem o buttan kendi antrikotundan kıymasına, kuşbaşına kadar kendisi ayırırdı. Dolayısıyla gözümü açtığımdan beri et ve et mamullerinin nasıl işlendiğini görürüm ama merak edip yapmadım.

Büyürken de kızlarla fazla arkadaş olmazmışsınız…
Çok sokakta, çok erkekle geçti… Abimle ve amcamla büyüdüm ben. Amcam sekiz, abim beş yaş büyüktü. Beraber büyüdük gibi. Ve onların arkadaşları sonradan benim de arkadaşlarım oldu. İlk başta beni arkadaş olarak kabul etmediler tabii. Abimin kovboyculuk oynadığı takımda ben de oynayacağım deyince mahsustan oynatıyorlardı. Sonra oradaki cevvaliyetimi görüp onların kovboy takımlarına girip, ciddi ciddi çatışarak oynuyordum.

Erkeklerin arasında büyümeniz şimdi bir kadın düşmanlığına dönüştü mü?
Hayır, hiç öyle bir düşmanlık yok. Ama erkeklerle her zaman daha rahat iletişim kurmuşumdur. Belki de daha oyunsuz oluyor. Erkeklerle ilişkide iktidar mücadelesi yok çünkü. Aşk girmedikçe hep çok barışık. Hep emniyetli ve iyi gelmiştir erkek dünyası. Belki de onlarla büyüdüm, omuz omuza çalıştım diye. Ama hiçbir zaman kadın olarak erkekler tarafından ezilmedim. Kadın dünyası daha tedirgin edicidir.

Kadınlarla iyi arkadaş olmak belli eşikleri aştıktan sonra mı mümkün oluyor acaba?
O cimcime kız çocuk dünyasının içinde kendime pek yer bulamadım. Hani vardır ya, bir odaya koyarlar önüne de bir sepet dolusu oyuncak döküp kendi yaşıtındaki kızlarla “Hadi kaynaşın oynaşın” derler. Hiç o dünyayla bir alakam olmadı. Merak da etmedim. Sokaktaki beş taş oynayan, topaç çeviren benim için daha cazip geldi.

Kavga peki?
Çok kavgacı değildim ama kavgadan da korkmadım. Erkek arkadaşlarımla didişmeyi biliyordum. Bir de en kötü şartlarda kadın bir oğlanın kolunu yakalar, ısırır ve canını yakar yani. Erkekler de şaşkınlıkla bakar, eyvah şimdi ne yapacağım diye.

Şimdi bebeklerim olsaydı, diyor musunuz?
Hiç yoktur bende. Hani o bir yanım çocuk kaldı hali vardır ya, arabalarında bebekler sallandırırlar, yatakların üzerinde bebekleri ve oyuncak hayvanları vardır. Hiç öyle bir dünyam olmadı. İlk bebeğim ilkokul üçteyken oldu. Babam Kıbrıs’taydı ve yürüyen bir bebek getirmişti bana. Adını da Suzi koymuştum. Arkasından kurulunca yürüyordu. Onun yürümesi, mahalledeki çocukları çağırıp gırgır geçmemiz için eğlenceydi. Sonra da bitti ve kaldırıldı.

Ne de olsa erkek merkezli bir dizi olan Asmalı Konak’ı yazmaya, o feodal yapıyı anlatmaya erkek dünyasında büyümenin faydası oldu mu?
Biliyorum o dünyayı. Tabii ki bunlar benim hayatımdan birebir uyarlanmış değil. Ama çocukluğumda öyle kalabalık aileler ve hiyerarşi içinde bulundum ben; memlekete gittiğimde. O ailelerde bir hiyerarşik düzen vardır. Erkek çocuklar, kız çocuklar, yakın akrabalar, bir dış çember olarak biraz daha uzak akrabalar, çok sayıda da personel vardır evin içinde yaşayan. Bir kalabalık içinde büyüdük. Bir de çocukluğumun bir kısmı İskenderun’da geçti. Antep’te, Adana’da da akrabalarımız vardı. Onların o konak evlerine gittiğimizde, gerçekten de o taş avluları, o hiyerarşik yapıyı çok net hatırlıyorum ve masalsı geliyor.