30 Mart 2012 Cuma

Zorunlu din dersimi istiyorum

29 Ekim 2010'da ne yazdıysam bugün de seçmeli din dersi konusunda noktasına virgülüne dokunmadan aynısını düşünüyorum:
...."Yüzde 98'i" Müslüman olan bir ülkede asında hiçbirimize Müslümanlık falan öğretilmiyordu, bir şey dayatılıyordu ve onun ne olduğunu araştırmak istedim.Türkiye'de İslam sınıfsaldır; sınıf yükseldikçe dini inanç azalıyor. Ya da sonradan parayı bulan şokun etkisini atlatmak için dine sığınıyor. Bunu pek çok popüler örnekten de görmek mümkün: Fakirlikten gelen futbolcular birden tarikatçı oluyor... Parayı bulan İslamcılar yavaş yavaş dünya nimetlerini tatmaya başlıyorlar; içki içiyorlar vs...Kentli, üst sınıf, çevrelerde, yerleşik elitlerde ise dine dair herhangi bir bilgi yok. İnançtan bahsetmiyorum, Türkiye ne kendi dinini ne başka dinleri bilmiyor.Nereye kadar reddedilebilir, nereye kadar yokmuş gibi davranılabilir odadaki bu fil?Ben okullarda -liselerde sadece- belki bir sene zorunlu din dersi verilmesinden yanayım.Ama bunu "Din kültürü ve ahlak bilgisi" dersinden çıkarmak şartıyla..."Dinler tarihi" öğretilmeli... Herhangi bir inanç baskısı olmadan, dayatmacılıktan uzak, "Namaz öğreniyorum"dan uzak sadece dinlerin doğuşu, etkisi anlatılmalı... Eski Ahit de okutulmalı, Kur'an da... Fatiha da öğretilmeli kaddish de... Ama dua ezberletilerek sınavdan geçilen bugünkü çarpık sistem olmamalı...Dahası, bu din derslerinin de Diyanet'in yetiştirdiği 'hocalar' ve 'hacılar' takımından sıyrılması gerekiyor bana kalırsa... Tarihçi öğretmenler anlatmalı dinimizi... Ayrıca, dini öğrenmek, dini pratiği yaşamak isteyenler olursa da bunun yeri liseler, ilkokullar değil belki devletin denetiminde açılan kurslar olabilir...Din, Türkiye'nin bir olgusu. Bu bir ülke meselesi olabilir ama inanç meselesi de bir o kadar kişiseldir.Ne dini reddedebiliriz, ne de teslim olmaya zorlanabiliriz.

29 Mart 2012 Perşembe

Abdullah Öcalan aslında başarıya ulaştı mı?

Ertuğrul Özkök'ün bugünkü köşe yazısında belirttiğine göre Abdullah Öcalan'ın İmralı'da tutulmasının devlete günlük maliyeti 2008 rakamlarına göre 125 bin TL. Yılda 45 milyon TL'ya mal oluyor Apo bize. Son üç yıldan bu yana rakamın arttığını da varsayabiliriz. Öcalan 10 yılı aşkın süredir İmralı'da. 165 kamera, 250'si subay bine yakın askeri personelin bu kadar sürelik faturasını varın hesap edin.

Bu rakam bana Washington Post'un genç ve liberal yazarlarından Ezra Klein'in Osama Bin Ladin'in öldürülüşü üzerine yazdığı tartışmalı analizi hatırlattı. Klein o gün öldürülmesi Amerika'nın zaferi gibi gözükse de yıllar içinde 'terörle mücadele' altında ülkeyi soktuğu savaşın faturasının Amerikan ekonomisini çökerttiğini yazıyor, bunun da Osama'nın zaferi olmasa da başarısı olduğunu söylüyordu. Zaten 11 Eylül'de 'terörle savaşın' başlamasına neden olan İkiz Kuleler'e saldırı aynı zamanda kapitalizmin göbeğine de bir saldırıydı; kuleler dev Amerikan ekonomisinin en belirgin simgelerinden biriydi. Aslında hedeflenen Amerikan kapitalizmiydi ve bugün hala ekonomik krizle boğuşan Amerika son 11 yılda Osama'nın faturasını ödüyor. Okullara, sağlığa, şehirciliğe, kalkınmaya, ekonomik yatırımlara, işgücüne harcanacak para silaha ve hiçbir sonuç alınamayan savaşlara gidiyor. Tam üç trilyon dolar. Ölümler de cabası.

Abdullah Öcalan'ın Ankara'da üniversite okurken 68'li gençlik hareketlerinden etkilenip devlete meydan okumasının bedelini de Türkiye kendi topraklarında bitmek bilmeyen bir iç savaşla ödüyor 80'lerden beri. 30 yıldır hem binlerce insan hayatını kaybetti bu dipsiz savaşta, hem de Türkiye Cumhuriyeti her seferinde bu savaşın ağır faturasını ödemek zorunda kaldı. Askeri harcamaların yanısıra sadece Öcalan'ın bakımı için bile astronomik bir faturanın ortaya çıktığı anlaşılıyor. Günlük 125 bin TL'dan söz ediyoruz.

Bu savaşı kim kazandı?

Öcalan'ı İmralı'da hapiste tutan Türk devleti mi? Çok açık bir şekilde hayır, aksine Güneydoğu sorunu Öcalan'ın etkisi ister istemez azaldıkça giderek daha da kördüğüme dönüşüyor.

Ya Öcalan? 30 yılı aşkın süredir devletin savaşa harcadığı para yetmiyormuş gibi bugün hala bölgeye harcaması gereken para İmralı'da boşa gidiyor. Kürt halkının özgürleşmesi aynı zamanda ekonomik olarak da kalkınmalarından geçiyor ve Öcalan'ın şahsi masrafı Kürt halkının geleceğinden çalıyor. Öte yandan, Türk devleti kendisini yakalarak büyük bir başarı ve zafer elde etmiş olsa da Apo'nun ülke ekonomisi üzerindeki maliyeti bu başarının epey göreceli olduğunun kanıtı.


27 Mart 2012 Salı

Arda Turan poşu takmadan bu iş bitmez

Bundan birkaç sene önce İstanbul'da bir bara girmek istediğimde kapıdaki görevli boynumdaki poşuyu çıkarmamı rica etti. "Siyasal simge olarak algılanıyor" dedi, halbuki bu poşuyu siyasal simge olarak algılayacak son yerde boynuma bağlamışlardı: İstanbul'da travestilerin de şov yaptığı, sosyetin uğrak yeri popüler bir gece kulübünde. Özel olarak poşu takma meraklısı da değilim, o gece öyle kalmış işte. Batı'da 'desert scarf' adı altında Urban Outfitters'dan H&M'e pek çok mağazada satılmaya başlayan ve siyasi anlamıyla Filistin köklerinin çoktan kaybeden bu bez parçasına İstanbul'da hala siyasi anlam yüklenmesi garibime gitmişti. Aslında yedi-sekiz sene önce Kopenhag'da bir gece kulübünde gençlerin boyununda görünce de ufak bir şaşkınlık yaşamış, ama sonradan alışmıştım.

Üniversite öğrencisi Cihan Kırmızıgül'ün sadece poşu taktığı için 'şüpheli' sayılıp yok yere 25 ay hapis yattığı Türkiye'de poşu hala bir siyasal simge, hala insanları kategorize etmek için kullanıyor ama. Üstelik modası geçtikten yıllar sonra bile.

İslamcı bir arkadaşım var, kışın yeşil bir parka giyiyor . Ait olduğu mahalleden arkadaşları ona 'Kızıl İslamcı' diye isim takmış; sosyalizm nerede bu arkadaşın dünya görüşü nerede... Ama algı işte, hala parkayı solcularla özdeşleştiriyor.

Halbuki moda dünyası yıllar içinde politize olan ne varsa kendi potasında bir güzel eritmeyi çok iyi bildi: Marc Jacobs'dan Dolce&Gabbana'ya en iddialı modacılar askeri üniformaları podyumda yürüttü; Moschino silahlarla çiçekleri buluşturdu, 68'lilerin sloganlarını t-shirt'lerin üzerine yazdı. Kapitalizm simgesel olan ne varsa ticarileştirerek anlamından soyutlamayı başardı. Poşu da bundan farksız değil, gelin görün ki kafası bir başka dünyada kalmışlar için bir üniversite öğrencisini hapiste tutmaya yetiyor. Türkiye'de yargı sadece tutuklu gazeteciler için çarpık işlemiyor: Ucu dokunduğunda herkesi yakan hastalıklı bir sistem bu. Dün de böyleydi, bugün de böyle.

ABD'nin Florida eyaletinin Sanford adlı şehrinde geçenlerde 17 yaşında bir genç vurularak hayatını kaybetti. Trayvon Martin'in üzerinden çıkan suç aletleri: Gökkuşağı rengindeki şeker Skittles paketi, bir kutu da iced tea. Ama buna rağmen onu vuran kişi henüz cinayetle yargılanmıyor, çünkü yaptığı 'mahalleyi korumak.'

Sanford'da oturan George Zimmerman muhafazakar ve silah düşkünü eyaletin tartışmalı bir yasasına dayanarak silahını çekip genç Trayvon'ı vurdu. Zimmerman kendisini mahallenin bekçisi ilan etmiş, sokağın güvenliğinden sorumlu olduğunu düşünüyordu. Travyon da gözüne 'şüpheli' görünmüştü. Evet siyahtı, ama daha da önemlisi kapüşonlu sweat-shirt giyiyordu.

New York'taki Metropolitan Müzesi'ndeki Bizans sergisinde kapüşonun ta o yıllardan beri kullanıldığını görüyoruz; çocuk kıyafetlerinde. Wikipedia'ya göre ilk kez Ortaçağ Avrupası'nda görülmüş kapüşon, 'hoodie' olarak popüler jargona girmesi 90'lı yıllar. Amerika'da ilk 'hoodie' yani kapüşon 30'larda görünmüş. Sörfçüler, kaykaycılar, hip-hop'çular derken 90'ların sonunda Out dergisi genç gay erkeklerin gardrobunun olmazsa olmazı olarak kapüşonu kapağına taşımıştı.

Ivy League üniversitelerinin logolarından tutun da popüler markalara kadar kapüşonun girmediği yer yok. Bugün 20'li, 30'lu hatta 40'lı yaşlarında kapüşonlu sweat shirt'ü olmayan pek kimse yoktur herhalde.

Televizyon sunucusu Geraldo Rivera özellikle siyah ve Latino gençlerin kapüşon giymemeleri tehbiliyordu geçenlerde. Kötü ve yanlış algılanabilirmiş. Bu gerici sözler üzerine Amerika'nın farklı şehirlerinde binlerce insan kapüşonlu kıyafetleriyle sokaklara döküldü, genç Trayvon'ın ölümünün hesabını sorup kapüşonlarına sahip çıktı. Günlerdir Spike Lee gibi Amerikan kamuoyunun önde gelen isimleri kapüşon cinayetinin hesabını soruyor.

17 yaşındaki Amerikalı bir genç kapüşonu yüzünden öldürülüyor, Türkiye'de bir üniversite öğrencisi sadece poşu taktığı için 25 ay hapis yatıyor. Ne o tetiği çeken ne Cihan'ın hayatından 25 ay çalanlar hesap veriyor. Gericiliğin bulaşıcı olduğu, küresel olarak meşruiyet kazandığı bir dönemden geçiyoruz.

Yıllar önce bir emekli öğretmen üzerimdeki Jamaica bayrağı desenli sweat'i görüp de 'Kürtçülük propagandası' yaptığımı söyleyerek karşımda sinir krizi geçirdiğinde aklımdan 'delirmiş herhalde' deyip gülüp geçmiştim. Bugün gülüp geçemiyorum ne yazık ki, kısa süre öncesine kadar absürd diyebileceğimiz ne varsa gün geliyor gerçek oluyor Türkiye pratiğinde.

Cihan Kırmızıgül'ün poşusu yüzünden 25 ay hapis yatması bana sadece Florida'daki kapüşon cinayetini değil, bir de Türkiye'nin yakın tarihinin en karanlık cinayetlerinden birini hatırlattı: Konca Kuriş'i.

Hizbullah evlerine baskın yaparak Konca Kuriş’in izini süren polise kapıyı bir seferinde kara çarşaflı bir kadın açtı. Bu durumda memurlar evi arama gereği duymadı. Halbuki Kuriş kaçırılalı daha birkaç gün olmuştu ve her türlü ipucu çok önemliydi. “Kara çarşaflı kadınlar bu işi yapamaz” diye döndüler o evin kapısından.

Halbuki Kuriş o sırada o evde, bir başka odada bağlı tutuluyordu. Kapıyı açan çarşaflı kadın bir Hizbullah teröristiydi. Polis girip şöyle bir baksa bile cinayeti önlemiş olacaktı.


Kara çarşafa, kapüşona ya da poşuya olduğundan farklı anlam yükleyenler beyinlerinde hep bir düşman algısı, bir 'öteki' tehlikesiyle yaşıyorlar. Bu paranoya zarar verici boyutlara ulaşırken algıyı sıfırlamak için hala hiçbir adım atılmıyor. Cihan'ın arkadaşları mahkeme salonuna gidiyor, Galatasaray Üniversitesi'nden bir avuç öğrenci poşu takıyor, arkadaşlarına destek veriyor ama bunun topluma yayıldığını görmüyoruz. Öte yandan Hrant Dink cinayetinin simgesi 'beyaz bere' hızla milliyetçi gençler arasında yayılıyor, hatta bu cinayette ihmali olduğu ayyuka çıkan polis bile kışlık üniformasında beyaz bere takmaktan çekinmiyor.

Florida'daki cinayetten sonra kapüşonunu takan sadece sıradan insanlar olmadı, ünlü sporcular,  basketbolcular, futbolcular da kapüşonlarıyla poz verip sosyal medyada dağıttılar.

Toplumsal barış ve huzur konusundaki hassasiyetini geçen sene ifade eden Arda Turan'ın boyununa poşu bağlayıp Türkiye'yi selamlaması gerekiyor, hiç değilse bir ilk adımdır bu. 


26 Mart 2012 Pazartesi

Aslında ne diyor

Nedim Şener hapisten çıkınca Ruşen Çakır'a konuştu, bundan sonra ne yapacağını anlattı. En merak ettiğim sorunun yanıtı da söyleşide var: Bundan böyle Posta'daki yazılarına devam edecek mi?

Okuyalım:
Milliyet el değiştirince ben Doğan Grubu’nda kaldım ve Posta Gazetesi’ne geçtim. Bir süre geçsin istiyorum çünkü şimdi yazacağım her şeyde duygusallık olacak. Öyle olsun istemiyorum.
Bu cümle şu anlama geliyor: Posta'nın yöneticileri Nedim'e 'Biraz süre geçsin' demişler belli ki. Yazgülü Aldoğan'a siyaset yazdırmayan bir gazetede Nedim'in yazılarına başlayana kadar geçmesi gereken 'bir sürenin' ne kadar olduğunu hepimiz merak ediyoruz. Umarım ben yanılırım.


Vural Savaş'ın aklı nasıl çalışıyor

Bu aralar 28 Şubat tartışması var ya, ben de dönemle ilgili elime ne geçerse okuyorum. Bunlardan biri de Refah Partisi'ne kapatma davası açan eski Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın anıları.

Değerli bir hukukçu olmakla beraber kitabın geneline müthiş bir ego patlaması hakim. Zaten anılarından da sık sık vurguladığı gibi her sınavı birincilikle geçiyor Savaş, geçmişi de hep büyük başarılarla dolu. Kendisine göre en büyük başarısı Refah Partisi'nin kapatılma davası. "İlk defa bir savcı bir partiye dava açıyordu" diye vurguluyor, marifetmiş gibi. Ne yazık ki bu yaptığının demokrasimizin en büyük utançlarından biri olduğunun farkında değil. Kaldı ki, dönemin Refah Partisi içindeki marjinal unsurları bastırmaya hazır ve sistemle uzlaşmaya yatkın bir partiydi. Kapatılması çok daha çarpık sonuçları doğurdu.

Kitaptan anladığım kadarıyla Vural Savaş'ın bir başka açıdan bakmaya, yaptıklarıyla yüzleşmeye ya da günah çıkartmaya hiç mi hiç niyeti yok.

Siyasi içeriği bir yana, kitabın hemen girişindeki anılardan biri beni dehşete düşürmeye yetti. Ne yazık ki bu küçük örnek bir zihniyeti anlamak için de yeterli. Aynen alıntılıyorum:

[Bir davette Karen Fogg] bir ara elinde kadeh bana doğru iyice eğildi ve kimsenin duyamayacağı bir biçimde, "Vural Bey bir gün sizinle başbaşa görüşmek yapmak istiyorum" dedi.
Nezaket kurallarına elimden geldiğince uymaya, özellikle bir kadını incitecek sözler söylememeye daima özen göstermişimdir. Ancak niyetinin bana da çengel atmak olduğu kanatine vardığımdan ve bunu şahsıma karşı ağır bir hakaret olarak algıladığımdan dayanamayıp, iyice anlasın diye, tane tane; 
"Karen hanım Türkiye'deki faaliyetleriniz hakkında epeyce bilgi sahibiyim. Bana göre ülkeme zarar vermede Abdullah Öcalan'la yarışıyorsunuz. Bazen birinci sırada o varmış, bazen siz varmışsınız gibi geliyor bana... Beni de satılık bazı kalemlerimiz gibi etkilemeye geleceksiniz hiç zahmet etmeyin. Ama biz Türkler kadınlardan hoşlanırız. Bir 'kadın' olarak ziyaretime geleceksiniz, buyrun bekliyorum" dedim.
Eşimden hiçbirşeyi gizlememişimdir, eve dönüşte b u olayı ayrıntılarıyla anlattım. Eşim Nermin birden telaşlandı;
"Ya gelirse?" dedi.
Ben de gülerek; "Nermin biliyorsun ben bu vatan millet için neler yapmışımdır, gerekirse onu da yaparım" dedim.

Üzerine ayrıca yorum yapmaya gerek yok herhalde. Tek söyleyebileceğim şu: Türkiye bu kafanın, bu zihniyetin hatalarının bedelini ödüyor bugün.

Bu fotoğrafta yeni bir şey var

Güney Kore hatırası.
Alışık olduğumuz bir yurtdışı gezisi. Başbakan'ın en sevdiği gazeteciler bir kez daha uçakla yurtdışına çıkmışlar, bu sefer dört buçuk aylık bir ara olunca da herkes birbiriyle hasret gideriyor. Bu fotoğraf da alışık olduğumuz karelerden farklı değil. Kulüp üyeleri de aşağı yukarı aynı.

Ama dikkatli bakıldığında bu ekibe yeni birisinin katıldığı hemen göze çarpıyor. Kendisine sağ köşede yer bulan kişi Milliyet'in yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu. Milliyet'in Başbakanlık muhabirinin zamanında akreditasyonu iptal edilmişti, gazete de çok uzun süreden beri uçağa alınmıyordu. Türkiye'nin en köklü yayın organlarından biri olmasına rağmen temsil edilmiyordu.

Milliyet yeniden uçakta. Peki neden? Sahibi değişti de ondan. Başbakan, daha önce iki ortağı olmasına rağmen sadece birini çağırdığı Dolmabahçe toplantısından sonra bu kez da yayın yönetmenini uçağa davet ederek gazetenin yeni sahibi Erdoğan Demirören'e 'Aramıza hoşgeldin' diyor.

24 Mart 2012 Cumartesi

Babamın bavulu

Panama'daki ikinci gecemde rüyamda babamı gördüm; eski evimizin kapısında, çok eski yıllardan kalma bir sahne misali, apartman komşularıyla kavga ettiğini gördüm. Her zaman öfke kontrolü konusunda problemleri olan, kendisi de askeri okuldan çıkma bir asker çocuğuydu babam, apartman kavgaları da onun kişisel tarihinde rutin bir yer kaplıyordu. Tıpkı emekli asker apartman yöneticileri gibi sesini yükselterek, eski rütbesine güvenerek işleri yoluna koyan bir hali vardı. Rüya bu ama: Bu sefer işler beklediği gibi gitmiyordu. Rüyamdaki kurgusal genç erkek komşular babamla girdikleri tartışmayı onu gözünden bıçaklayarak sonlandırıyordu.

Uyandım. Saat 3:00 civarı. 

Bir-iki saat sonra, tam hatırlamıyorum, telefonum çaldı. İstanbul'dan amcam arayıp 'Haberin var değil mi' diyordu. Babamın hastanede olduğunu biliyordum, ama diğer haber henüz bana ulaşmamıştı. Birkaç saat önce kaybetmişiz babamı. Büyük ihtimalle benim uykudan fırladığım sırada. İşaretlere, tesadüflere pek inanmamama rağmen bu rüya, ardından gelen haber beni ürpertmeye devam ediyor.

Bu yıl doğumgünümü Brooklyn'de Isa diye bir yerde yakın arkadaşlarımla küçük bir yemekle kutladık. Ertesi gün Hz. İsa'nın öldüğü yaşa girdiğimi, Hıristiyan bir ülkede yaşadığım için yaşımı soran pek çok kişiden 'İsa'nın öldüğü yaştasın' yorumunu alacağımı, buna hazırlıklı olmam gerektiğini öğrendim. Isa-İsa-33 tesadüfünü söylediğim bir arkadaşım 'Ölümü düşünme şimdi, İsa hepimizin günahları için öldü' yorumunu yaptı. 

Bir senedir İncil'le, özellikle de Eski Ahit'le içli dışlıyım. İnançlı biri değilim, bu saatten sonra inançlı olmam da çok zor gözüküyor. İncil'i de en son üniversitede edebiyat dersinde okumuştum. Hıristiyan bir ülkede, dinin toplumda baskın olmadığı bir şehirde bile, İncil'in bir kültür olarak ne kadar ağırlığı olduğu gördüm. İnsanların gündelik davranışları, kullandıkları dil, başkalarına bakışları hep İncil'e dayanıyor. Yüzlerce, binlerce film, roman hala İncil'in sırrını çözmeye, onu yeniden yorumlamaya çalışırken bir türlü aşamıyor ve büyüsünü çözemiyor.

Geçen sene İncil'deki Eyyüb'ün kitabının bir uyarlaması olan The Tree of Life filmini bir akşam seansında tek başıma bir sinemada izlerken gözyaşlarına boğulmam, sonra da etrafımdaki beğenen bir kişiyi bile bulmamama rağmen günlerce filme takık bir şekilde hakkında okuma yapmamın nedeni babamdı. Eyyüb'ün hayatında her şey güllük gülistanlıkken neden her şeyin paramparça olduğunu bir türlü çözemedim, tıpkı kendi hayatımda, kendi ailemde neden işlerin ters gittiğini -elimde pek çok veri olsa da- tam olarak teşhis edemediğim/etmediğim gibi.

Hala 19 yaşımda olduğum yanılsamasıyla yaşıyorum. Hala 19 yaşımdaki kadar enerjik görüyorum kendimi. Bazen o kadar sorumsuz içiyorum, bazen yorulmak bilmeden 19 yaşımdaki kadar çok geziyorum. Bütün kıyafetlerim 19 yaşımda giydiklerimin bir benzeri, hatta o günden bugüne hala giydiğim Dr. Martens botlarım bile duruyor. Sorumluluklarla ilgili düşüncelerim de 19 yaşımdaki gibi, zamanı gelince düşünürüz noktasında. 

Önceki gün çok yakın bir arkadaşımın annesinin kanser olduğu haberi geldi; kendi annesinin peşinde 20 gündür hastane hastane koşturmaktan babamı kaybettiğimi bile duymamıştı. O annesini anlatırken ben de ona babamı anlattım. Annemi de birkaç sene önce kansere kurban vermiştim, bu hastalık üzerine hiç yorum yapmak istemiyorum. 

19'umda hayatımızda böyle kelimeler yoktu: Ölüm, cenaze, kanser, hastane. Hayaller vardı. Daha hayatta çok ilerlemememize rağmen, 30'lu yaşlarımızda, bana kalırsa yine de taşıyacağımızdan çok fazla yük biniyor omzumuza. Sadece bir değil, birkaç arkadaşım birden ailelerinin hastalıklarıyla boğuşuyor. İstanbul'a ayak bastığımda beni bir an bile yalnız bırakmayan ve 'Demek ki bazen de doğru insanları sevmişim' dediğim bir başkası aynı gece kendi annesinin de kanser olduğunu anlattı. Yıllardır babası alzheimer'la boğuşuyordu, bu yetmemiş gibi bir de annesinin hastalığı çıkmış şimdi. O da benim gibi tek çocuk. 'Beni bırak, git ailenin yanına' dedim. Bir an bile yanımdan ayrılmadı.

Ben şimdiden etrafımda hem annesini hem babasını kaybetmiş çocuklarla aynı kulübe girdim. Bundan daha net bir 'Büyü artık' mesajı var mı acaba? Bu mesajı neden inatla okumadığımı bilmiyorum. Spor ayakkabılarım olduğu sürece büyümeye direnecekmişim gibi bir yanılsama içindeyim.

Babamın cenazesinden sonra en eski arkadaşlarımdan biriyle karşılıklı bir geçmiş muhasebesi yaparken bana ilk tanıştığımızda getirdiği eleştiriyi, o farkında olmadan, yineledi: Çok sertsin, dedi. 1996 yılında, en şımarık ve aklı beş karış havada halimle tanıştığımızda da bana aynı cümleyi söylemişti: Çok sertsin, demişti. 'Bu benim yumuşamış halim' dedim, 'her anlamda.' Espriyle geçiştirmeye çalışsam da aklımın bir köşesinde yer etti. Çok sert olmadığım yanılsaması içindeyim hala, ya da çok sert olmayı kendi kendime meşrulaştırmaya çalışıyorum.

Bir yandan da hayatın karşıma çıkardığı zorlukların karşılığı olarak 'çok sert' olma hakkım olduğuna inanıyorum. Bazen bu yüzden hala 19 yaşındaymış gibi davranma lüksüm olduğuna inanıyorum. Eyyüb gibi başıma gelen felaketlerden ders alıp ahirette her şeyin düzeleceğine, inançla her şeyin yoluna gireceğine, kaybedilenlerin kazanacağına da hiç mi hiç inanmıyorum açıkçası. Bazen inanabilmiş olmayı çok istiyorum.

Bundan bir süre önce, tam tarih vermek gerekirse 2010'un Eylül ayında, bir şehri terk edip, bir başka şehirde yeni bir hayat kurmaya karar verdiğimde... Nihayet bu cesareti kendimde bulduğumda kendi kendime bir liste yaptım: Beni kendimi bulduğum şehirde tutan ne varsa artık yoktu. Annem, köpeğim, sevgilim, en yakın arkadaşım. Ve son bağım babam. Henüz bu kayıpların toplam hesaplaşmasına girişmedim bile. 

Henüz 'babamın bavulunu' da açmadım.
Hep 'annesinin oğlu' olarak bilinen, annesine benzetilmekten gurur duyan bir çocuk olmama rağmen ölüm haberini alır almaz babamdan bana kalan en kıymetli mirasları düşündüm. Galatasaraylılığımdan gazeteciliğime kadar farkında olup olmadığım pek çok noktada izini gördüm. Epey zamandır bunları düşünüyordum aslında, ona da söylemek isterdim. Bir türlü fırsat olmadı. Tıpkı annem gibi, babam da ona söyleyemediklerimle veda etti. Söylemedim, çünkü ikisiyle de hiç veda konuşması yapmak istemedim. Veda konuşmasını andıran herhangi bir konuşma yaparak benim onlardan umudumu kestiğimi düşümmelerini istemedim. Bu yüzden annem ölmeden birkaç saat önce, sadece birkaç saati kalmışken ve bence inkar etse de içten içe bunu bilirken 'önümüzdeki hafta' yapacaklarından bahsettiğinde onu hiçbir şey yokmuş ve gerçekten önümüzdeki haftayı görecekmiş gibi dinledim.

Annemi kaybettiğimde, onun hala hayatta olan anne ve babasında evlat kaybetmenin nasıl bir acı olduğunu görmüştüm. Yaklaşık 24 saat ve bir gözaltı sonrası vardığım babamın ailesinin evinde, benim büyüdüğüm o evde, beni yetiştiren o ailenin gözünde aynı acıyı bir kez daha gördüm. Annemin ailesine karşılık baba tarafım daha rasyoneldir; duygudan ziyade daha mantıkla, akılla hareket eden, daha soğukkanlı bir ailedir. Onları dağılmış, hayatta hep sağlam görmeye alıştığım insanların o güçsüz halini görmek beni iki kere yaraladı. Hayatımda ilk kez en güçlü olduğunu düşündüğüm insanların bile yeri geldiğinde güçsüzleştiğine belki de ilk kez bizzat tanıklık ettim. O görüntü gözümün önünden gitmiyor. 

Babaannem o ilk gece bir kediden bahsetti bana. Babamı son gördüklerinde kedinin de kapıya kadar gelip onları uğurladığını anlattı. Babamın bir kedisi olduğunu ilk kez duymam bir yana, babamın bir kedi sahibi olacağını hiç mi hiç hayal etmezdim. Bizim aile köpek sevgisiyle, kedi nefretiyle bilinir genelde. 'Neyse ki kediyi sitenin yöneticisi aldı' diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Hiç görmediğim, büyük ihtimalle bundan böyle de hiç görmeyeceğim o kediyi düşünürken aklım bir başka fotoğrafa gitti: En az babamla olduğu kadar sarsıntılı bir geçmişimiz olan birinin de kedi sahibi olduğunu öğrenmiştim çok kısa süre önce. Birden dünyanın tüm kedilerine hiç olmadığı kadar sempati duydum. Kediyi bulmak, dokunmak, sevmek istedim. Ama bir o kadar da hayali göründü.

Babaanneme bir defterden bahsetmek istedim, vazgeçtim. Yeni yeni düşünmeye başladığım, biraz okumaya, politize olmaya başladığım ilk yıllarda tesadüfen eski bir dolabın içinde bulmuştum. Babamın ilkokul dördüncü sınıftan kalma hatıra defteri. O defteri keşfettiğim an babamla ilk gurur duyduğum andı. 

Sayfalarının birinde Yusuf Aslan'ın imzası vardı. İlkokula giden Yusuf Aslan'ın. Deniz değil, eminim. Üzerinden yıllar geçti, Hüseyin de olabilir ama galiba Yusuf olduğuna eminim. Sadece birkaç satır, klişe birkaç cümle. Henüz "Yusuf Aslan" bile değil o, ilkokula giden, mahalleden arkadaşı Yusuf. Oysa o defteri gördüğümde yaşadığım göz kamaşmasını hiç kimseye anlatamam herhalde. Roland Barthes'ın Camera Lucida kitabının girişi belki duygularıma tercüman olabilir: Napoleon'un kardeşi Jerome'un bir fotoğrafına denk gelen yazar yaşadığı heyecanı etrafında kimsenin paylaşmadığını görür, oysa o karede gördüğü 'imparatora bakan gözlerdir' ve 'hayat böyle küçük yalnızlık anlarından ibarettir.'

Bunlar da Yusuf Aslan'ın elyazısı.

Yıllar önce babaanneme bu defterden bahsettiğimde heyecanımda ne kadar yalnız olduğumu görmüştüm. 'Yaramaz bir çocuk' diyordu Yusuf için, o imzanın, o ismin kıymetini bilmemiş gibi. Devletin hoyratça terbiye ettiği, devlete karşı gelinmez neslinden geldiğinden belki de. O defteri hala hatırlar mı, emin değilim. "Babamın defterinde onun adını gördüm" diye ben heyecanla kapılarına dayandığımda karşı tarafın heyecansızlığı çocukluğumun ilk hayal kırıklıklarındandı. Yıllar içinde o defter hafızamdan silindi, izini kaybettim. 

Taziye evinde aklıma ilk o defter geldi. 

Annesini ve babasını kaybetmiş bir tek çocuk olarak yalnızlığın ne olduğunu iyi bildiğimi düşünüyorum. Babam belki hiç bilmeyecek ama o hatıra defterini gördüğüm geçmiş ikindisinden beri defterinde Yusuf Aslan'ın hatırası bulunan bir babanın oğluna layık olmaya çalıştım. Ne kadar başardım, bilmiyorum.  



Bazen bir şeyler söylemem gerekirse diye

Altı aydır köşe yazmıyorum. Şu son altı ayda bir kere bile köşe yazmayı özlemedim. Altı ayda, hazır yazı yazmıyorken, nitelikli bir Türk medyası orucuna da başladım. Gazetelere göz ucuyla bakıyorum, medya sitelerini hemen hemen hiç takip etmiyorum. Ayıp olmasın diye arkadaşlarımın yazılarını okuyorum ama onları bile aksatıyorum; beni anladıklarını biliyorum. Arada sırada çok yaygınlaşan tartışmaların ayrıntılarını öğrenmek için bazı yazarları okuyorum, o kadar. Mesleki deformasyon tabii, ister istemez aklıma 'Nasıl bunu düşünmezler, nasıl bunu yazmazlar' diye düşünüyorum. Sonra da kendi kendime 'Boşver' diyorum, 'Söylesen ne olur, yazsan ne olur.' Şu son altı ayda zamanında hemen her konuda benimle taban tabana zıt fikirleri olanların benimle aynı noktaya geldiğini görüp gülümsüyorum bazen. Ama arada sırada da eski, belki birkaç yıllık, yazılarıma bakıyorum ve 'Ne kadar yanlış düşünmüşüm' diyorum. Bazen de şimdi söyleyeceklerime başkalarının önce hemen şiddetle itiraz edip birkaç sene sonra aynı sözleri telaffuz edeceklerini biliyorum. Öğrendiğim şeylerden biri Türkiye'de hiçbir şeyi önceden görmemek, bilmemek gerektiği. Çoğunluk bir kanıya varmadan onu dillendirenleri Türkiye gibi ülkelerde sevmezler.

Geçenlerde Bebek Balıkçısı'nda birkaç gazeteci arkadaş yemek yerken yan masadan bir misafirimiz oldu. Bebek Balıkçısı işte, her zaman meraklı müşteriler barındırıyor demek ki. Okurumuz olan bey hepimizin ayrı ayrı hatırını sordu, hepimize ayrı ayrı hayranlıklarını belirttikten sonra 'Yazılarınızı nerede okuyacağız' diye sordu bana. 

'Artık duvar yazısı yazacağım' dedim, gülerek. 

Bir kez daha hepimize hayranlığını, bizlerin önemini belirtti. O gittikten sonra bir arkadaşım 'Biz bu abiyle her hafta yemeğe çıkalım, çünkü hiçbirimiz onun kadar yanlış düşünüp, onun kadar yanlış bakamayız, hiç değilse ona bakarak kendimizi hizaya sokarız' diye espri yaptı. O abi farkında değil ki ben artık kaybeden bir takımda oynuyorum.

Şu son altı ayda İngilizce birkaç yazı yazmak dışında hiçbir şey yapmadım. Boş vaktimi hiç nitelikli işlerle değerlendirmedim. Aksine boşluğun tadını çıkardım, ucuz televizyon dizileriyle mutlu oldum. 15 yıldır bu işi yapıyorum, bu süre içinde hiç boş kalmamıştım. Kendimi bildim bileli yazdım. Yazmamak hoşuma gitti, alıştım.

Dahası, içimden yazmak da pek gelmedi. Bir şeyler söylemek istediğimde de hep 'Amaaan boşver' diye vazgeçirdim kendimi. Açıkçası, Türkiye'nin vakit kaybettiği tartışmalara bakınca içimden bir cümlelik yanıtlarla, duvar yazılarıyla yanıt vermek gerekiyordu. Erdener Abi gibi: 

- Erdener, Atatürk diktatör mü?
- Hemen çekil diyorum!

Bu durumda yazmamak en iyisi.
Ama işte bazen insanın bir şeyler söylemesi gerekiyor. Hiç öyle ülke kurtarmak için falan değil. Büyük sözler hiç değil. Yazıyla iletişim kurmaya alışmış biri o kelimelerini ortalığa saçmak istiyor yine. Sadece kendim için. Sadece kendi içimdeki kelimeleri bir duvara yazmak için. 

Aylardır bomboş duran bu duvarı dolduracağım doğru zamanı bekliyordum. O gün bugünmüş demek ki.