16 Haziran 2013 Pazar

10 Easy Steps to Fascism, a la Turkey

Naomi Wolf wrote the road to fascism in 10 easy steps. Let's see how they apply to Turkey. 

#OccupyGezi

1. Invoke a terrifying internal and external enemy.
First it was called Ergenekon, an alleged clandestine organization plotting to overthrow the government. Today, it's the global interest rate lobby that want to create chaos in Turkey.

2. Create secret prisons where torture takes place.
Silivri Prison is a compound where Ergenekon suspects are held. For years, many journalists were kept in solitary confinement. 

3. Develop a thug caste or paramilitary force not answerable to citizens.
The Turkish police force with their water cannons, gas bombs--even attacking children. 

4. Set up an internal surveillance system.
A proposed law will enable Turkey's Intelligence Agency to collect data on citizens' everyday activities, including where they fly and what they buy. Already, many journalists are illegally wiretapped by the police. 

5. Harass citizens' groups.
No NGO has any say in public policy.

6. Engage in arbitrary detention and release.
Even doctors are arrested for treating Gezi activists. Police raided and gassed a hotel which was an ad-hod infirmary treating the injured. 

7. Target key individuals.
Lists of people's names, mostly journalists and celebrities , are circulating among government supporters are provocateurs of the Gezi uprising. The governor hints a possible probe against Twitter users. Already a group of people for detained in the city of İzmir because of their Twitter activities. 

8. Control the press.
Turkish networks broadcast penguin documentaries while protests take place. 

9. Treat all political dissidents to be traitors.
Traitor is the easiest libel in Turkey: involves anyone against the Erdogan government. 

10. Suspend the rule of law.
The independence of the judiciary was abolished by the 2010 referendum, when the executive took total control of the judiciary appointments.

17 Mayıs 2013 Cuma

19 Mayıs'tan bahsederken aslında bahsettiklerimiz


Bugün neredeyse iktidar partisinin gayrıresmi gençlik kolları olarak faaliyet gösteren, bu açıdan da ilk günlerdeki dinamizmini çoktan kaybeden Genç Siviller adlı grup sesini ilk kez 19 Mayıs kutlamalarına karşı bayrak açarak duyurmuştu. Bu çocuklara göre 19 Mayıs kutlamaları resmi ideolojinin baskısına kurban ediliyor, devletin asık suratlı kutlamalarının dışında bir çalışma yapılması gerekiyordu. 

Bunu söyledikleri tarih 2003. Birikim dergisine abone olarak, Radikal okuyarak elde ettikleri sığ birikimle alternatif bir duruş sergileme, çıkış yapma dertleri.Türk aydınının iki temel probleminden biri tarihi kendileriyle başlatmak, diğeri de Türkiye'yi kendi mahallelerinden, çevrelerinden ibaret görmektir. Bu Genç Siviller'de de fazlasıyla hakimdi. Bilmiyorlardı ki 19 Mayıs, Genç Siviller el atmadan çok uzun yıllar önce zaten stadyumlardan çıkmıştı. Genç Siviller yaşamadıkları yılları Türkiye tarihinde yok sanıyorlar, ama hatırlayabilecekleri bir alternatif kutlama onlar bunu dillendirmeden çok önce zaten yapılmıştı... 

Mesela benim hatırladığım bir 19 Mayıs kutlaması var, 1995 yılında.

Halkla ilişkilerci Sibel Asna'ya görev veren Beşiktaş Belediyesi o sene Ortaköy Meydanı'nı bir şenlik alanına dönüştürmüştü. Toplanan binlerce genç Bulutsuzluk Özlemi'nin şarkılarına eşlik etmişti. Üzerlerindeki 'bulutların' kalkmasını dileyerek.Geçen gün, bu konserle ilgili hafızamı tazelemek için Bulutsuzluk Özlemi'nden Nejat Yavaşoğulları'nı aradım. '19 Mayıs'ta bizim zamanımızda da isteyen stadyuma gider, isteyen stadyuma gitmezdi' dedi, 'Kızlarla buluşma bahanesi olurdu... Haydarpaşa Liseli erkekler Çamlıca Kız Lisesi'nden kızlarla görüşürdü bu vesileyle.' Yavaşoğulları da binlerce insanın katıldığı Ortaköy Meydanı'ndaki konseri çok net hatırlıyor; 'Sadece 19 Mayıs'ta değil, Cumhuriyet Bayramı'nda da, pek çok etkinlikte çaldık' diyor.

Kaldı ki, stadyumlardaki 19 Mayıs kutlamaları büyük şehirlerde yaşayanlar için çok anlamlı olmayabilir. Ama Anadolu'nun muhafazakar şehirlerinde pek çok genç bu stadyum kutlamaları sayesinde renkli kıyafetler giyebiliyor, kızlar erkeklerle birarada elele tutuşuyor, dans ediyor, bütün bir günü birlikte geçiriyor. 

Bu kutlamaların küçük şehirlerdeki insanlar için ne kadar önemli olduğunu anlamamak mümkün mü? 19 Mayıs kapkaranlık ve muhafazakar küçük şehrin genci için bir ışık. Ne yazık ki sadece şık sloganlarla düşünen kafaları bunu bile okuyamıyor.

Üstelik onlar gençler adına hareket ettiğini söyleyen bir topluluk; hiçbir zaman nedenyola 19 Mayıs'a, gençlerin bayramına saldırarak çıktıklarını anlamadım. Herhalde burada el atılmamış, bakir, henüz sloganlaştırılmamış bir alan buldular ve üzerine kondular. Yeşil alana gökdelen diken yeni dönemin işadamı misali.

Türk Gençliğinin yıllarca üzerinde bulut oldu birileri... Gencecik insanlar birilerinin yönlendirmesiyle sokaklara döküldü, hayatlarını kaybetti, kafaları karıştırıldı, kullanıldılar, atıldılar... Herkes onları bir başka yöne çekmeye kalktı...Şimdi de Genç Siviller... Herhalde mutluluktan uçuyor olmalılar. Çünkü bu sene 19 Mayıs stadyumlardan çıktı. Bu sene tıpkı 29 Ekim gibi 19 Mayıs da bir bahaneyle iptal edildi. Pek çokları için pek bir şey ifade etmeyebilir bu tarihler. Şahsen ben de 29 Ekim'de Cumhuriyet damarı şahlanan, 19 Mayıs'ta stadyumlara koşan biri olmadım. Ama ben bu tarihlerin, bu simgelerin birileri için, bu ülkeyi önemseyen insanlar için önemli olduğunu biliyorum.

Türkiye'de çoktandır bir ideolojik koalisyon yaşanıyor. Sığ çocukların sırf marjinal olup aradan sıyrılma çabasıyla attıkları sloganlar, simgelerden nasıl kurtulacağını tam olarak çözemeyenlere ideolojik altyapı oluveriyor. Reyhanlı'daki katliam olmasaydı da 19 Mayıs bir şekilde iptal olurdu. Ve Genç Siviller gibi modern zaman ideologları süslü bir bahane bulurdu illaki. Yok stadyumlardan çıkmakmış vs. 

Bu ideolojik işbiliğinin altında bir çıkar birlikteliği de var. Genç Siviller üyeleri iktidar partisine milletvekili olmak için yarışıyor, medyaya yerleştiriliyor, akil adam yapılıyor. Sonuçta ideoloji falan da yok ortada. Sadece çıkar var. Bu kadar da kirliler işte. Ve de kendileri gibi olmayan herkese düşmanlar. 19 Mayıs'ta stadyumlardaki gençlik onların nefret ettiği her şeyi temsil ediyor çünkü: İdealler, hayaller, gençlik, hesapsızlık, çıkarsızlık, birliktelik, dayanışma, dostluk, kardeşlik. 

(Birkaç sene önce yazdığım bir yazıyı güncelledim)

13 Şubat 2013 Çarşamba

Cüneyt Özdemir için bir dipnot

Mehmet Ali Birand'ın ardından bu sayfada yer alan yazının ana teması bugünkü ekranın 32.Gün okuluna sahip çıkmadığı, hatta bu okulun mezunlarının teker teker ekrandan alındıklarıydı. Sebebi de çok basit: 32.Gün iyi gazeteciler yetiştirdi, ama bugünkü medyada çıta o kadar aşağılara çekildi ki iyi gazetecilere yer yok. Bu kadar.

Bu yazıya gelen itirazdan biri neden Cüneyt Özdemir'den hiç bahsetmediğimdi. Bir: Hala ekrandaydı. İki: Yakın arkadaşlarım hakkında mümkün oldukça olumlu-olumsuz herhangi bir şey yazmaktan kaçınırım.

Bugün iki istisna da bozuldu. Üst yönetiminde eski bir polisin ve eski bir muhasebecinin olduğu (evet bunlar haber kanalı yönetiyor Türkiye'de) CNN Türk yönetimi kanalın kurulduğu gün yayına başlayan "beşNbirK" programının yayın gününü azalttı. "Medya Mahallesi"nde olduğu gibi doğrudan kaldıramıyorlar çünkü hala kanalın en çok izlenen programı ve gündem belirliyor. Ama tırpanlıyorlar çünkü Cüneyt Özdemir'in cezalandırılması gerekiyor: İyi gazetecilik yapmak için çalışıyor, üstelik bunu da coğrafya sınırlarına aldırmadan yapıyor. 

Bu gelişmeyle beraber Mehmet Ali Birand'ın kurduğu kanalda, Mehmet Ali Birand'ın en başarılı öğrencilerinden biri daha cezalandırıldı ve Birand'ın mirası ekranda bir darbe daha aldı. Ne tesadüf ki bugünlerde bir süre 32.Gün'ün yapımcılığını yapan Ceyda Karan da Habertürk TV'deki işinden oldu. Birand'ın arkasından sahte gözyaşları dökenlere duyurulur. 

Cüneyt Özdemir hakkında uzun uzadıya yorum yapmaya gerek yok. Kendisini kanıtlamaya, hele hele CNN Türk'ün şimdiki yönetimine kanıtlamaya hiç mi hiç ihtiyacı yok. Canım çok sıkkın. Türk medyası biraz daha toparlanır, belki düzelir derken giderek daha da çirkinleşiyor. Sanırım tamamen dibe vurmadan, iyice batmadan da bir daha toparlanmayacak.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Mehmet Ali Birand gerçekten bir miras bıraktı mı?

Anne ve babasını kaybetmiş birinin, bir başkasının, özellikle de kan bağı bulunmayan bir başkasının ölümünden neredeyse anne ve babasının ölümü kadar sarsılabileceğini hayal edemezdim. Mehmet Ali Birand'ın ölümünden beri bunu düşünüyorum. Durup durup aklıma geliyor. Olur olmadık anılar gözümde canlanıyor. Bazen sesi yankılanıyor.

1996'da hayatıma girdi Birand. Bazen uzak, bazen yakın olsak da sürekli temas halinde olmuşuz. İnişlerle, çıkışlarla, yer yer kızgınlıklar, yer yer kırılmalarla dolu bir ilişki olmuş bizimkisi. "Bak oğlum" diye başlayan uyarı telefonları. "Yaşaaa" diyen övgüleri...
Dünya liderleriyle söyleşi yapan Birand TRT'de bacak bacak üstüne atınca
kıyamet kopmuş, santral kitlenmiş, telefonlar kesilmemişti. Nasıl olurdu da bir
Türk gazeteci koskoca bir dünya liderinin önünde (fotoğraftaki Helmut Kohl)
bacak bacak üstüne atardı.

En son birkaç hafta önce yazışmıştık ve bana Apo'nun bir gün hapisten çıkıp Meclis'e girebilme ihtimaliyle ne demek istediğini anlatmıştı. Yabancı basın için hazırladığım bir haber için... Yazıyı yayımlanınca ona yollarım, diye aklımdan geçiriyordum. Yabancı basında alıntılanmaya, kendisinden bahsedilmesine son derece alışıktı ama benim derdim başkaydı: Hala, mesleğe yanında başladıktan 17 sene sonra bile, onun onayının peşindeydim. Ne düşüneceğini, ne diyeceğini merak ediyordum. Kısmet değilmiş.

Onu kaybettiğimizden beri Birand'ın gazeteciliği hakkında kalem oynatmayan kalmadı herhalde. Bir gazetecinin, bunca sene bedel ödeyerek, bütün Türkiye'yi cenazesinde birleştirmesi elbette göze çarptı. Bu etkiyi bir başka gazeteci yaptırır mı, bilmiyorum. Nasıl oldu da Birand sağdan soldan bu kadar kişiyi, birbirinden nefret edenleri bile, biraraya toplayabildi. Bence bu durup üzerinde düşünülesi bir nokta. Bunun sırrının doğru bildiğinden ne pahasına olursa olsun vazgeçmemek olduğunu düşünüyorum. Bunu Birand'dan öğrendim ben.

Daha lisede, onunla tanışmazken, zorunlu Milli Güvenlik dersinde okula silahla gelen bir askerle Birand yüzünden kavga ettiğimi hatırlıyorum. 90'lı yıllarda Kürt demek infial yaratmaya yeterdi, Birand da rüzgara karşı yürümekte inat etmiş bütün müesses nizamın hedefi olmuştu. Başta da askerlerin. Onu, Deniz Arman'ı ve kameraman Halim Abanoz'u yaptıkları bir haber yüzünden hakim karşısında gördüğümde hayran olmuştum. Olmak istediğim, yetişmek istediğim yer 32.Gün'dü ve bunun peşinde koştum, bunu başardım. O gün o mahkeme görüntüsünden başka bir ders çıkartmalıydım belki de: İyi gazetecilik Türkiye'de bedel ödemektir. Artık çok geç; bu saatten sonra şarkıcı da olamam...

Birand'ın yetiştirdiği isimlerden bahsediliyor. 32.Gün'e ilk geldiğimde web sitesini tasarlarken programa zamanla katkıda bulunmuş efsane isimleri bir bölümde toplama fikri çıkmıştı; isim ararken ben "32.Gün'den Geçenler" gibi kulağa yapay gelen bir başlık bulmuştum ve öyle kaldı. 32.Gün'den geçenler... 90'lar ortasının ilkel şartlarında kötü bir web sayfasında Ali Kırca'dan başlayarak programa katkıda bulunanları sırayla listelemiştik. Star'lardan kameramana kadar.

Yakın zamana kadar Türk televizyonculuğunun lokomotifi -- en azından haber kanallarında -- yolu 32.Gün'den geçenlerdi. Bu program, 28 Şubat'tan sonra format değiştirene kadar haber dosyalarıyla tam da "60 Minutes" gibi ekranda iyi gazeteciliğe yer açtı, starlar yetiştirdi ve orada yetişenler daha sonra başka yerlere gittiler, kurumların başına geçtiler.

Peki neden yolu 32.Gün'den geçenler derken geçmiş zamandan bahsediyorum?

Çünkü bu okulun en iyi ürünleri bugün ekranda yok. Kötü gazeteci olduklarından, ekrana yakışmadıklarından, bu işi bilmedikleri için mi? Hayır, asla değil. Aksine hala Türk televizyonculuğunun en deneyimli ekibi. Bir yayını hazırlıksız teslim etseniz saatlerce canlı götürebilecek ustalıkta ve tecrübedeler ama ekran onlara kapalı.

Geçenlerde 32.Gün'ün kurucularından Ali Kırca'nın yarattığı bir başka marka, Siyaset Meydanı, bu okulun öğrencilerini toplamış. Can Dündar, Serdar Akinan, Çiğdem Anad, Mithat Bereket, Coşkun Aral... Birand öldüğü gün Kanal D ekranlarında epey zamandır görmediğimiz Deniz Arman çıkmıştı. Hepsi hala ekrana yakışıyorlar, ama ekranda yoklar.

Birand acaba kötü gazeteciler mi yetiştirdi dersiniz? Kendimi de katarak sorabilirim: Biz mi bir yerlerde hata yaptık da bugün bize Türkiye sınırlarında gazetecilik yaptırılmıyor?

Hayır, aksine Birand iyi gazeteciler yetiştirdi. Kendisi gibi doğru bildiğini okumakta ısrar eden gazeteciler yetiştirdi ve yetiştirdiği gazeteciler de tıpkı onun gibi gazeteciliğin bedel ödemek anlamına geldiğini öğrendiler. Medya patronları, siyasetçiler, 'çalışan' gazeteciler Birand'ı ve mirasını övüp duruyor ama hiç kimse bu soruyu sormuyor: Bu miras ne oldu, neden sahip çıkılmıyor, neden bir köşede bekletiliyor? Can Dündar'ın ekrana çıkartılmamasının hesabını kim verecek?

Ne yazık ki Birand aramızdan ayrılırken geride çok kötü, çok çarpık bir medya düzeni kaldı. Ekranda olmak, gazetecilik yapmak türlü tavizler vermekle eş anlamlı hale geldi. Bu düzenden, bu düzenin bekçilerinden kendisinin de rahatsız olduğunu biliyorum. Biliyorum, çünkü Birand'ı iyi tanıyorum. Birkaç sene önce bir iş görüşmesine gittiğimde "Kanalı kapattırma, o kadar" demişti. Konuşacak başka hiçbir denge, kriter, ayak oyunu, dedikodu yoktu. İş para konuşmaya gelince bir-iki dakika içinde halletmiştik. "Seninle benim anlaşmamamız gibi bir şey söz konusu olamaz zaten" demişti. Birand bu kadar basit bakardı olaylara: Kiminle çalışacağını bilir, ona güvenir, onu iyi tanırdı. Başka yöneticilerden de farkı bu profesyonelliğidir: Bugünün amatörleri insanları işe alırken yeteneklerine göre değil, başka ölçütlere göre değerlendiriyorlar.

Bugün ekranda olmayan ve yolu 32.Gün'den geçen isimlere bakar mısınız: Serdar Akinan elinde küçük çantasıyla hem Türkiye'de, hem dünyada bir haftada sıfırdan kanal kuran adam olarak ün yaptı. Can Dündar yakın zamana kadar çalıştığı ve sonra hoyratça ekrandan alındığı kanalında "Ana haberi sadece Can Dündar için izleseniz bile" diye tanıtıldı. "Birand'ın paltosundan çıktım" diyen Soner Yalçın sudan sebeplerde iki yıl hapis yattı, kirli medya tarafından infaz edildi. Çiğdem, Mithat, Coşkun Aral bir gün olsun haberciliklerine leke sürdürmediler. Merkez medya bugün bu isimlere yer vermiyor; Mithat Bereket sağlık nedenlerinden, Coşkun Aral da bu çirkin düzenden kendi isteğiyle kıyılara çekilip belgesellere yoğunlaştığından dolayı. Ama sonuçta televizyonculuğun en profesyonel isimleri ambargolu.

Bir yandan Birand'a sahip çıkılıyor, bir yandan da onun arkasında durduğu gazetecilere veto uygulanıyor. Bu iki yüzlülük değil mi?

Siyaset Meydanı'nı izlerken bunları düşündüm. Bu isimlerin neden ekranda olmadıklarını... Bir yandan da kendime kızdım. Zamanında bazılarını hoyratça, bazen de haksızca eleştirmiştim. Ne gereği varmış, diyorum şimdi. Ben komplekssizce günah çıkartmayı da Birand'dan öğrendim. Aslında niyetim çıtayı daha da yukarıya, evrensel ölçülere çekmekti. Halbuki onlarla uğraşmanın ne gereği varmış, meğer ben onlarla uğraşırken başka tarafta neler oluyormuş, kimler ekranı ele geçiriyormuş ve hepimizi bir canavar gibi yutmaya çalışıyormuş da farkında değilmişim. O zaman da, yani birkaç sene öncesinde de, tıpkı şimdi olduğu gibi algım asgari bir gazetecilik kıdemine sahip olmayanları kabul etmiyordu. Bugün ekran o kadar kirli, öylesine vasatlara teslim ki ister istemez benim bu isimlere yaptığım eleştiriler de kendi kendini geçersiz kılıyor. Yaptığım eleştirileri haksız bulduğum gibi keşke Can, Mithat, Çiğdem, Serdar ekranda olsaydı diyorum. Hepsini mumla arıyorum. Çünkü hepsi gazeteci.

Onların yerine bugün ekranda neler var peki?

Eski bir polis, muhasebe servisinde, yani medya kurumlarının medyayla en alakasız bölümünde, beraber çalıştığı biriyle haber kanalı yöneticiliği oynuyor. Saçını uzatınca marjinal, saçını kısaltınca müdür olduğunu düşünen bir çocukla. Başbakan'dan habire Beyefendi diye söz eden bir gazeteci o kanalda, Birand'ın kurduğu kanalda, ekrana çıkıp "Şehit cenazesi haberlerini vermeyin, yaşını başını almış anchormanlere söylüyorum" diye akıl öğretiyor. Yıllarca Birand'ın birlikle çalıştığı Ayşenur Arslan'ın kuyusu kazılıyor. "Ankara'dan duydum, çok rahatsızlar" diye ekrandan alınmaya çalışılıyor. Ankara'dan falan duymadı tabii ki, yalan.

Özetlemek gerekirse gazeteciler ekrandan gidince, meydan non-gazetecilere kaldı. Birand'ın ayağı kaydırmak için yapmadığı kalmayanlar bugün onun koltuğunda arkasından sahte gözyaşları döküyor.

Birand gibi simge isimler hayata veda edince bu sadece bir insanın bu dünyadan ayrıldığı anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu ölümler geri dönülemez hasarlara neden oluyor, etkisi çok daha uzun sürede hissediliyor. Ufuk Güldemir öldükten sonra bunu görmüştük. Medya bugün Güldemir'siz daha renksiz, daha korkak, daha sinmiş. Birand'ın ardından da bunu göreceğiz: Can cekişen gazeteciliğin, günahı sevabıyla, bir damarı daha eksildi. Bu düzen yerine yenilerinin gelmesini de engelliyor, bayrağı devralacak, aynı yaratıcılığı, kompleksizliği, özgürlüğü medyada yaşatacakların önünü kesiveriyor işte.

Hepimizin başı sağolsun.