21 Temmuz 2012 Cumartesi

Bizim büyük çaresizliğimiz


Kızımızı ailesi en iyi okullarda okuttu, Londra'da moda tasarımı öğrendi, dünyanın çeşitli kentlerinde defileler yaptı. En son New York'ta takılıyordu galiba. Annesi Türkçeye çok önem verdiği için çocuklarının diksiyonlarına da azami ilgiyi göstermiş. Küçük hanımın hafiften TRT spikeri gibi konuşmasının nedeni bu. Gururumuzu kabartan, eski Türkiye Cumhuriyeti'nde olsa televizyona çıkartılıp 'İşte çağdaş Türk kızı' diye sunulacak türden biri. İzmirli teyzelerin gözleri yaşarır, oğullarına gelin almak isterler.

Ama bir kusuru var bu: Yahudiler'den nefret ediyor. Evet evet, yanlış duymadınız. Moda-Bağdat Caddesi hattında büyüyen bu genç kız, ait olmak istediği bohem çevreye mensup arkadaşlarının arasındaki bir ev partisinde bu düşüncelerini bir anda kusuverdi işte. Belki kafalar iyiydi, o an üzerinde durulmadı. Ortamda Yahudi de yoktu, belki bundan cesaret aldı. Ama zaten suyu ısınmıştı, bileti kesildi. Türk bohem gençlerinin hepsi akılsız izansız değil işte, şuursuzluğun bedelini illa ödetiyorlar.

Çok sonraları bir chat seansında "Ya yeni duydum, sen Yahudilerden nefret ediyormuşsun" diye yüzüne vurulduğunda da "Ayyy evet" diye konuya girip karşısındakinden hiç beklemediği bir tepki aldı: "Ben Yahudiyim." Ne diyeceğini bilemedi, doğal olarak şaşırdı. Kıvırmaya çalıştı, ama nafile. "Ay aslında nefret etmiyorum da şöyle..." diye dişe dokunur bir açıklama yapamadı tabii ki. İşin tuhafı şu: Sonraki günlerde, aylarda, yıllarda kendisiyle yüzleşen arkadaşlarıyla, bu çirkin açıklamalarından rahatsız olduğunu belli edenlerle bile hala görüşmekte ısrar etti. "Özledim, nerelerdesin, neden buluşamıyoruz" türü bir dolu mesajı yanıtsız kalmasına rağmen. İnat mı? Bence pişkinlik. Hiçbir şeyin yapışmadığı bir teflonluk.

Santralİstanbul'daki "Biramızı istiyoruz" eyleminde var mıydı, bilmiyorum. Ama doğrusu özgürlüğün sadece konserde bira içmek, sivil itaatsizliğin de tweet atmak olduğunu zanneden kitleye çok yakışırdı. Hem aslında onu da yadırgamıyorum. İstatistiklere bakalım: Yapılan araştırmalara göre Türklerin yüzde 41,2'si Yahudi komşu istemiyor. Bu yüzde 41'in homojen bir AK Parti seçmen kitlesi olduğunu hiç zannetmiyorum. Eminim aralarında Efes Pilsen'in hakkını arayan twitter devrimcileri de vardır.

2011'de yapılan ankette eşcinsel komşu istemeyenlerin oranı yüzde 57,9. Apartmanın yarısından çoğu otomatik olarak bana karşı demek ki. O kadar antipatik bir imajım var ki apartmanda, bu da bir dokunulmazlık sağlıyor bana, yönetici falan saçma sapan bir uyarı mektubu yolladığında daha çirkin bir üslupla mektup yazıp aynen kendisine iade ediyorum. Ya böyle biri olmasaydım, atacaklar mıydı imza toplayıp acaba?

Apartmanın diğer yarısı da ateist komşu istemiyor; onların da oranı 45,4. İçki içen komşu istemeyenlerin oranı 40,8, ama "Fark etmez" diyenler yüzde 48'le onları eziyor. Ermeni'yseniz yüzde 40,2'lik bir kesim size karşı çıkıyor. Benden size tavsiye: Bu hayatta illa mensup olacaksanız tek bir ezilmiş azılık grubuna ait olun. Yoksa gördüğünüz gibi seçenekler azalıyor.

Epey bir zamandır yurtdışında yaşayan ve Ankara'nın Çankaya semtinde de bir dairesi bulunan bir işadamı arkadaşım seyahatlerden fırsat bulamayıp bir türlü memlekete uğrayamıyordu. İki sene sonra geçen yıl komşularından biri merdivende yolunu çevirip "Sizin evinize başörtülü insanlar girip çıkıyor" diye şikayet etmiş. Bizimki anlamamış başta. Bir: Eve kimin girip çıktığından size ne? İki: Eve girip çıkan ve şikayet yaratacak kadar dikkat çeken 'başörtülüler' kim olabilir ki? Birkaç dakikalık affallamanın ardından anlaşılmış: Temizlikçi kadından şikayet ediyormuş komşular. 'Biz onlarla mücadele ediyoruz, siz evinizi açıyorsunuz' gibi laik-atakları sadece şaşkınlıkla dinlemiş. Yıllardır evine gelip giden gündelikçi birden apartman yönetiminde sorun olmaya başlamış.

O laik teyzenin, varsa eğer, çocuklarından birinin 'Özgürlüğüne sahip çık' diye tweet attığına iddiaya girerim.


Elbette Türkiye'de yaşam tarzına yönelik tehditleri ve oluşan havayı şaşkınlıkla takip ediyorum. Ama, ne yalan söyleyeyim, bir konserde bira satışının yasaklanmasından dolayı rejimin tehlikede olduğunu ya da tekil bir örnekten çok büyük sorunlar çıkartılması gerektiğini düşünmüyorum. Umarım kimse karşıma "Önce belediye tesislerinde başladılar içkiyi yasaklamaya, sonra kırmızı sokaklar, sonra sıra üniversitelere geldi" diye dikilmesin. Bu icraatlara imza atan partinin (önce belediyede Refah, sonradan AK Parti) hezeyan geçiren pek çok laikten daha tutarlı olduğu ortada: Hiçbir zaman muhafazakar olduklarını gizlemediler, hiçbir zaman içkiye karşı olmadıklarını iddia etmediler. Aksine üç çocuktan tutun da kürtaja kadar hemen her konuda kendi ilkelerinden hiç geri atmadılar. Başbakan Erdoğan defalarca 'muhafazakar' olduklarının altını çizdi. Güç onlara geçince de kendi tasavvurlarına göre bir ülke için çalışmaya başladılar, bu yönde de çalışmaya devam ediyorlar.

Demokrasinin sırrı çoğunluğun seçtiği iktidarın azınlığın da haklarını gözetmesinden geçiyor; bu Türkiye'de ne yazık ki bakir bir alan. Ama bu bakir alanın müsebbibi de tek başına şimdiki iktidar değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin kısa tarihinde (özellikle de 2011 öncesine de facto Birinci Cumhuriyet diyebileceğimiz süreçte) gücü eline geçirenler her seferinde ülkeyi kendi istedikleri gibi şekillendirebilecekleri çamurdan bir heykel olarak görüp kendi keyiflerine göre oynayıp durdular. Hadi keyif demeyeyim de hayat algısı, ideal gibi daha şık bir kelime kullanayım.

İflah olmaz bir Batı hayranıyım. Batı'nın ahlaki değerlerine, kültürüne, disiplinine ve tarihine sonuna kadar hayranım. Ama bir Batılıya "Eskiden başka bir alfabe kullanıyorduk, sonradan Latin alfabesine geçtik" diye anlatmakta epey zorlanıyorum. "Nasıl yani, birkaç yüz yılda mı geçildi" deyince, "Hayır ertesi sabah" diye abartarak anlattığımda yüzüme çok tuhaf bakıyorlar. Latin Alfabesine geçmiş olmaktan son derece memnunum. Türkiye'nin toprağının az bir bölümü Batı'da olmasına rağmen kuruluş doktrine göre yüzünü tamamen Batı'ya dönmesinden yanayım. Yerinin burası olduğunu düşünüyorum. Batılı gibi giyinmekten, yazmaktan, düşünmekten yanayım. Ama Batılılık adına yapılan devrimlerin tepeden inme olmadığını da hiç kimse iddia edemez herhalde. Kim bilir, belki de savaştan yorgun düşen, eğitimi sınırlı ve kendi yönünü bulamamış bir toplumun önüne ancak bu şekilde hedef konabilirdi. Zaten büyük liderlik de budur. İyi kötü 2011'e kadar geldi işte bu hedefler.

Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içinde sadece devletin kurucularını suçlamak da büyük haksızlık. Turgut Özal birden ülkeyi liberal ekonomiye geçirmeye karar verdi. Adnan Menderes taşrayı şehre taşıyarak, her mahallede milyoner yaratarak bugün bile hala aşılamayan ve pek çok probleminin temelinde yer alan çarpık kentleşmeyi körükledi. Tansu Çiller gibi yozlaşmış siyasetçilerin ise ideali, hedefi bile yoktu. Tek derdi Amerika'daki mal varlığını korumaktı: Katillerle ittifak yapmak bile meşruydu bu yolda.

Evet, belediye tesislerinde içki içiliyordu ve Tuncay Özilhan sponsorluğa yatırdığı paraların karşılığını haydi haydi alıyordu belki ama o zaman özgürlük diye bir şey var mıydı? Doğrusu benim yaşadığım Türkiye'de hiçbir zaman özgür olduğumu hatırlamıyorum, ara sıra 'özgürlük yanılsamasına' kapıldığımı zannediyorum. Geçmişte sokakta öpüştüm ya da oruç tutmadım diye dayak yemeyince "Eskiden çok özgürdük" diyecek kadar saf değilim. Çünkü lisede inancıma ters düştüğü için din dersinden muaf olmak istediğimi sınıfta açık açık söylediğimde teneffüste beni tehdit eden ülkücüler AK Parti'den güç almıyordu. O sıralar 'liberal' parti iktidardaydı ve 'sarışın güzel kadın' bizi AB'nin en büyük gücü haline getireceği masallarını anlatıyordu. Bugün iktidarın önünde hazır olda duran basın, dün o kadının peşinde dolanıyor, bir yandan da askerlerden gelen belgeleri basıyordu.

Ama bizim gençlere bir şişe bira ver, bir de twitter'ı güncelleyebilecekleri bir mobil iletişim aracı... O zaman özgürlük geliyor işte.

Türkiye'nin en büyük probleminin birarada yaşayamama olduğu çok belli. Apartmanda da bu böyle, iktidarda da. Ama bu hastalığı tedavi etmenin önündeki en büyük engel de bunun 'dönemsel' bir semptom olduğu yanılsaması. Bir konuda anlaşalım: Türkiye bugün de özgür bir ülke değil, hiçbir zaman da olmadı. Ne yazık ki bu gidişle de olmayacak. Hatta eylemi sadece twitter'dan yapıldığını zanneden kentli gençlerle hiçbir şey olmayacak.

Bir yandan da anlıyorum: Bu düzen ya da bu devlet (adı her ne ise işte, bu heyula) her zaman kendisinin çizdiği katı kurallara karşı çıkanlara karşı acımasız oldu, hep başını ezdi. 20'li yaşlarında hiç kimseyi öldürmemiş üç gencin darağacındaki görüntüsü orada dururken eylem yapmak kolay değil tabii ki; hatta Facebook'a, twitter'a yazdığı mesajlar yüzünden yargılananların haberlerini de okuyoruz. Ama özgürlüğü Efes Pilsen'in bira satma özgürlüğünü sanmanın ötesinde bir çözüm olsa gerek. Çünkü bir yandan da Red Hack gibi Türkiye'nin en kuvvetli ana muhalefeti var; her türlü bedeli ödemeye hazır olarak kelle koltukta ilerliyorlar, geri adım atmıyorlar ve yol alıyorlar. Tek dertleri konserde bira satılması değil zira.

Santralİstanbul'da içki satışının bizzat Başbakan'ın talimatıyla olduğunun açıklanmasından daha vahimi, Başbakan'ın 'tak' dediğini 'şak' diye yapan rektörün durumu. İstanbul Bilgi Üniversitesi kuruluşundan beri AK Parti'ye büyük destek veren, Ahmet Çalık'ı ve Egemen Bağış'ı her dem ağırlayan bir kurumdu: Hatta AK Parti'nin bakanı Egemen Bağış bizzat Santral'de yemek vermişti. Hala da AK Parti'nin ideolojik altyapısını oluşturan birçok öğretim üyesi var. Her dem pişmiş kelle gibi sırıtan eski sahiplerinden arınmış olmaları ruhlarının değiştiği anlamına gelmiyor. Bilgi'nin bugünkü rektörü günü kurtaracak açıklamalar yapıyor ama aynı üniversitenin birkaç sene önce film-video dersinde porno çektikleri için öğretim üyelerini kovduğunu da hatırlatalım. O gün Başbakan'ın telefon etmesi gerekmemişti, ne de olsa kraldan çok kralcılar vardı. Özetle: Sana rektör olamazsın demedim.

Şimdi sorun sadece bira içilmesi mi?

Sırf bu örnek bile özgürlüğün kimileri için eğilip bükülebilir bir şey olduğunu göstermiyor mu? Sanki Türkiye'de ne zaman farklı yaşam tarzlarına saygı vardı da, şimdi olacak.

Kuşkusuz tüzüklerle çarpışarak bugünlere gelen ve hoşgörüsüzlükten, kısıtlı özgürlüklerden epey çekerek devletin en tepesine gelen birinden, Başbakan Erdoğan'dan, biraz daha empati, biraz daha anlayış beklemek haksızlık değil. En azından çarpıştıkları 'tüzükleri' yok etmek. Ama onları da anlıyorum: Böylesi, yani hiçbir şeye dokunmamak ve 'Ne de olsa iktidarız artık' demek daha kolay. Diğeri engebeli ve bedeli daha ağır bir yol. Özgürlüğe saygının olmadığı bir ülkede özgürlük yolunu açmaya çalışanlar kim bilir hangi bedeli ödemeye mahkum edilirler. Hem bugüne kadar hiç kimse sınırsız özgürlükleriyle nam salan, farklı yaşam tarzlarına saygılı bir Türkiye kurulsun diye elini taşın altına koymadı. Zaten bu iktidarın da ne böyle bir vaadi vardı, ne de onlara oy veren yüzde 50'nin böyle bir talebi. Hiçbir iktidardan böyle bir talebi olmadı zaten Türkiye'nin; Özal zamanında evimize video almak, şimdi de duble yollar yetti bize.

Başkalarında gözlemlediğim ve bana çok tuhaf gelen bir insan davranışı dikkatimi çeker hep: İlk karşılaştıkları kişinin kendi müdahele hakları bulunmayan fiziksel özelliklerine dikkat çekip parmakla göstermeleri: Ten rengi, gözleri farklı, hatta dini, yetiştirilişi, inanışı farklı insanların bu özelliklerine dikkat çekilmesi. Bir siyahla konuşurken ilk olarak onun siyah olduğunun algılanması. Çok garibime gidiyor biri 'Resepsyondaki zenci adam'dan bahsedince mesela. Kendi kendime 'Sahiden zenci mi acaba adam' diye düşünüyorum, algılamamışım çünkü beynim bu şekilde bir kategorizasyonu kabul etmiyor. Neden başkalarının dünyayı bu şekilde algılayıp bu özellikten neden yoksun olduğum (meraklısı da değilim ya gerçi) hep gizemini koruyacak. Bir insana baktığımda onun 'ne' olduğunu göremiyorum ilk başta, onu 'ne' olduğuna göre değil de 'nasıl biri' olduğuna göre yargılıyorum çoğu zaman. Bu bir Türk davranış biçimi ama.

Komşumun Ermeni, Yahudi, başörtülü, sarhoş, eşcinsel ya da heteroseksüel olması beni ilgilendirmiyor. Sarhoşsa mümkünse kapımın önünde şişe kırmasın. Mormon ya da Yehova Şahidi'yse çok rica ederim beni 'çevirmek' için kapımı çalıp durmasın: Evde çalışıyorum ve hayatta en nefret ettiğim şey kapı zili. Komşumun çocuğu varsa ne güzel, benden özellikle çocuğu olduğu için sempati beklemesin. Onun çocuğuyla ilgilenmek zorunda değilim ama küçücük çocuğa nefret besleyecek de değilim. Ben o sempatik 'abilerden' değilim sadece. Müslüman komşumun iftar davetini seve seve kabul edebilirim, kalkıp da iftar sofrasında rakı içeyim gibi bir inadım da olmaz elbette; Hanukkah'da Yahudi komşularımla mum yakabilirim; Ermeni komşularımla onların Noel'ini kutlamaktan mutlu olurum ocak geldiğinde.

Benim hayalimdeki Türkiye erkeklerin birbiriyle evlenip çocuk sahibi olabildikleri bir ülke aynı zamanda. Ama İstanbul'un en laik, hatta über-laik semtinde oturmama rağmen bu fikrin komşularımın hoşuna gideceğini zannetmiyorum. Belki yaşayıp görmek gerek.

Benim hayalimdeki Türkiye'de 11 ay içki içilip bir ay oruç tutulmasında hiç sıkıntı yok mesela. Bugüne kadar bunun başarıyla uygulanabildiğini gördük. Uzun lafın kısası: Benim hayalimdeki Türkiye herkesin birarada yaşayabileceği ve hiç kimsenin bir diğeriyle ilgilenmediği bir ülke. Ne yazık ki hayalimdeki Türkiye'nin hiçbir zaman varolmadığı gibi, hayalden de giderek uzaklaştığımızı görüyorum.

Geçenlerde bir arkadaşım Amerika Birleşik Devletleri'nin gizli sloganının "Who gives a fuck" olduğunu söyledi. 'S.k' diye yazmamız gereken bir yayın organı değil burası, o yüzden doğrudan "Kimse kimsenin sikinde değil" diye çevirebilirim. Sokakta pijamasıyla gezen, dilini değdiren, yüzüne dövme yapanlarla Hasidik Yahudiler aynı metroya biniyor. Jay Z'nin yatırdığı milyonlarca dolarla Brooklyn'deki yeni evine kavuşan Nets takımının Arena'sında onbinlerce dolara tek gecelik localar satılıyor, şampanyalar patlıyor. Tam karşısındaki dükkanlarda ise Ramazan için hurma var. McDonald's'da patates kızartmasını Sundae dondurmaya banıp yediğinizde kime size uzaylı gibi bakmıyor. Ne ilginç ki, Türkçeye Özgürlük olarak çevrilen Jonathan Franzen'ın Freedom romanı Fransa'da İngilizce adıyla yayımlandı: Çevirmenin romanın içeriğiyle ilgili çok ilginç bir oyunu, Amerika'nın 'freedom' kelimesini tekeline alması, içselleştirmesi, kendisiyle özdeşleştirilmesi.

Kimin nasıl yaşadığının kim nasıl yargıcı olabilir?

Dünyanın en çözümsüz çatışmalarından birinin merkezi olan Kudüs'te Müslümanlar'ın Ramazan'ının ya da Yahudiler'in Pessah'ının birarada kutlandığı, sokaklarda herkesin birbirine saygı gösterdiği, kimsenin komşusundan nefret etmediği bir dönem vardı oysa. Osmanı İmparatorluğu'nun birkaç yılı; işin içine vergi alma, mülk edinme, kısacası mal yarışı girince karıştı. Bunu başaran devleti bugün yüceltip baştacı ediliyor, kökenlerimize sahip çıkılıyor ama koca İmparatorluk'un sadece küçücük bir şehrinde (harbi küçük) başarıya ulaşan 'birarada yaşama' politikası mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti'nin apartmanında bile işlemiyor.

Modacı kızımız ve yüzde 42 Yahudi komşu istemiyor işte. Türklerin yüzde 90'ı ise hayatında hiç Yahudi tanımamış.

Özgürlük bira şişesinin kapağının altında değildir.

Not: Yılmaz Özdil gibi bir doğal yeteneğim olsaydı 'Birarada yaşamak'la 'Birada yaşamak' arasında gidip gelen harika espriler üretebilirdim. Tamam tamam, zorlamıyorum.